Susurluk olayı | Susurluk Raporu (Kutlu Savaş) |
Susurluk Rap.(TBMM)
| Susurluk Rap.(Sönmez
Köksal)
SUSURLUK RAPORU - TBMM
I - BAŞLANGIÇ
II-KOMİSYONUN KURULUŞU
III-KOMİSYONUN SÜRESİ
IV-KOMİSYON ÇALIŞMALARI
V-İDDİALAR
VI. KAVRAMLAR VE KONUYLA İLGİLİ ÖNCEKİ MECLİS ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORLARI
VII. İNCELEME BÖLÜMÜ
VIII.BİLGİSİNE BAŞVURULANLAR
IX. DEĞERLENDİRMELER
X. GENEL DEĞERLENDİRME
XI. ÖNERİLER
VIII-BİLGİSİNE BAŞVURULANLAR
1- Korkut Eken 27.12.1996 tarihli ifadesinde;
2- Kemal YAZICIOĞLU İstanbul Emniyet Eski Müdürü 27.12.1996 tarihli ifadesinde;
3- MERAL ÇATLI 22.1.1997 tarihli ifadesinde;
4- Mehmet EYMÜR MİT Kontrterör Merkezi Yöneticisi 26.12.1996 ifadesinde;
5- Tuncay ÖZKAN 18.2.1997 tarihli ifadesinde;
6- Dündar Kılıç 1.3.1997 tarihli ifadesinde;
7- Esat CANAN 5.12.1997 tarihli ifadesinde;
8- Mehmet Hadi ÖZCAN 1.03.1997 tarihli ifadesinde;
9- Şahin TEKDEMİR 14.03.1997 tarihli ifadesinde;
10- Necdet KÜÇÜKTAŞKINER 17.03.1997 tarihli ifadesinde;
11- İstanbul Valisi Rıdvan YENİŞEN 27.12.1996 tarihli ifadesinde;
12- Ahmet BAYDAR 22.01.1997 tarihli ifadesinde;
13- Ekrem MARAKOĞLU 30.01.1997 tarihli ifadesinde;
14- Sedat BUCAK 21.01.1997 tarihli ifadesinde;
15- Hasan Celal Güzel Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı 17.02.1997 tarihli
ifadesinde;
16- Hanefi AVCI 4.2.1997 tarihli ifadesinde;
17- EMİN ASLAN 30.1.1997 tarihli ifadesinde;
18- MEHMET AĞAR 16.1.1997 tarihli ifadesinde;
19- DOĞU PERİNÇEK 24.12.1996 tarihli ifadesinde;
20- NECDET MENZİR 23.01.1997 tarihli ifadesinde;
21- NURİ GÜNDEŞ 28.01.1997 tarihli ifadesinde;
22- DENİZ GÖKÇETİN 2.03.1997 tarihli ifadesinde;
23- SEDAT DEMİR 2.03.1997 tarihli ifadesinde;
24- AYHAN ÇARKIN 28.02.1997 tarihli ifadesinde;
25- Oğuz YORULMAZ 28.02.1997 tarihli ifadesinde;
26- Ercan ERSOY 28.2.1997 tarihli ifadesinde;
27- Tuncay Yılmaz Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık, İstihbarat ve Harekat
Dairesi Eski Başkanı 4.02.1997 tarihli ifadesinde;
28- Metin Günyol 2.03.1997 tarihli ifadesinde;
29- M.Emin Yurdakul Yüksekova Tabur Komutanı Binbaşı 18.02.1997 tarihli
ifadesinde;
30- Mehmet Ali YAPRAK 14.1.1997 tarihli ifadesinde;
31- Avşar KEDEROĞLU 14.01.1997 tarihli ifadesinde;
32- Seyit Ahmet ALTINTAŞ 14 Ocak 1997 tarihli ifadesinde;
33- SENAR ER 13.1.1997 tarihli ifadesinde;
34- MİT Müsteşarı Sönmez KÖKSAL 9.01.1997 tarihli ifadesinde;
35- Alaaddin YÜKSEL Emniyet Genel Müdürü 9.01.1997 tarihli ifadesinde;
36- Hande BİRİNCİ 7.01.1997 tarihli ifadesinde;
37- İbrahim Şahin Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili 7.01.1997 tarihli
ifadesinde;
38- Bilgi ÜNAL İstanbul Eski Emniyet Müdür Yardımcısı 7.01.1997 tarihli
ifadesinde:
39- Habip ASLANTÜRK 28.01.1997 tarihli ifadesinde;
40- Abdullah ÇETİN 28.01.1997 tarihli ifadesinde;
41- ARZU YAMAN 22.01.1997 tarihli ifadesinde özetle;
42- ABDULLAH KEDEROĞLU 23.01.1997 tarihli ifadesinde;
43- CEMALETTİN ÜMİT 30.01.1997 tarihinde ifadesinde;
44- ORAL ÇELİK 29.01.1997 tarihli ifadesinde;
45- MESUT YILMAZ
46- EYÜP AŞIK
47- MEHMET SENA SÖYLEMEZ 2 Mart 1997 tarihli ifadesinde;
48- ABDÜLGANİ KIZILKAYA 28.02.1997 tarihli ifadesinde;
49- MUSTAFA ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde;
50- ENVER ULU
51- BURHANETTİN BİGALI 02.03. 1997 tarihli ifadesinde;
52- HÜSEYİN OĞUZ 18.02.1997 tarihli ifadesinde;
53- DİLEK ÖRNEK’ İN 02.031997 Tarihli İfadesinde;
54- Hurşit HAN 02 Mart 1997 tarihli ifadesinde;
1-Korkut Eken 27.12.1996 tarihli ifadesinde; Kendisinin 1965 yılından
itibaren ordu mensubu olarak görev yaptığını, 1974 yılında Kıbrıs Barış
Harekatına katıldığını, 1978 yılında Silahlı Kuvvetler özel birliklerin tim
komutanlığına atandığını, çeşitli kurslar gördüğünü, özellikle komando
harekatına yönelik, rehineli harekata yönelik kurs gördüğünü, 1982 yılında polis
özel timlerinin kurulmasında görev aldığını, 1985-1986 yıllarında içgüvenlik
polis özel timinin eğitiminde, kuruluşundan techizinde ve teşkilinde
çalıştığını, 1987 yılında yarbay rütbesinde iken ordudan ayrılarak Milli
İstihbarat Teşkilatında Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün yardımcısı olarak göreve
başladığını,
1988 yılında MİT Raporu olaylarının meydana geldiğini, çalıştıkları dairenin bu
raporu hazırlamış olması sebebiyle Müsteşar Yardımcısı Hivam Abbas, Daire
Başkanı Mehmet Eymür ve kendisinin emekliye sevk edildiklerini, daha sonra
Mehmet Eymür’le birlikte 2 yıl dışarıda çalıştıklarını, Mehmet Eymür’ün
dayısının yardımıyla kurulan bir fabrikasında birlikte çalıştıklarını,
kendisinin parası olmadığından sadece % 8 hissesi bulunduğunu, daha sonra bu
hisselerin Eymür tarafından kendisinden istendiğini ve onun da bunları iade
ettiğini bu ve bazı şahsi nedenlerle buz fabrikasından münakaşa ederek
ayrıldığını ve sonra da Eymür ile görüşmediğini,
1980 yılında Botaş’a girdiğini, bir sene müfettişlik ondan sonra da
koordinatörlük görevi yaptığını,
Eylül 1983 ayında Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın kendisini çağırarak
emniyet mensuplarının yetiştirilmeleri konusunda çalışmasını istediğini,
sevinerek bu görevi kabul ettiğini ve hemen eğitime başladığını, kadrosunun
Botaşta kaldığını, 15.4.1996 tarihinde de Emniyet Genel Müdürlüğündeki görevden
ayrıldığını,
Belirterek, kendisini tanıtmasının ardından; Tarık Ümit’in öldürülmesi olayında;
Tarık Ümit’i 1987 yılında Milli İstihbarat Teşkilatında çalışırken Mehmet Eymür
vasıtasıyla tanıdığını, özellikle kaçakçılık ve narkotik konularında çok haber
getiren bir eleman olduğunu, ancakt kendisinin doğrudan bir görev irtibatı
bulunmadığını
Emniyet Genel Müdürlüğünde iken Tarık Ümit’in kendisini arayarak, önemli bir
kaçakçılık olayı olacağını bunun mutlaka önlenmesi gerektiğini, bunun üzerine
onu Genel Müdür Mehmet Ağar ile tanıştırdığını, Genel Müdürün Kaçakçılık
İstihbarat Daire Başkanı Tuncay Yılmaz’a konuyla ilgilenmesi için talimat
verdiğini, sonradan çok büyük miktarda asit anhidriti bu ihbarla yakalatmış
olduğunu öğrendiğini,
Mehmet Eymür’ün bilahare MİT’te yeniden görev aldığını, Tarık Ümit’le birlikte
çalışmaya başladığını duyduğunu, Tarık Ümit’in kaçırılması ve öldürülmesi olayı
ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını, Mehmet Eymür’ün Tarık Ümit’in kızının
babasını kendisinin öldürttüğünü söylediğini, bu sebeple kızın kendisiyle
konuştuğunu ve Mehmet Eymür’ün yazılarında Ahmet Akpak isimli gazetecide varken
babamı Korkut Eken öldürttü dediğini, kıza kendisinin konu ile bir ilgisi
olmadığını söylediğini bilahare bir İstanbul seyahatinde aracının takip
edildiğini fark ederek polisi aradığını, arkasındaki araçtan telefonla
kendisinin arandığını ve Tarık Ümit’in kızının kendisini takip ettiklerini ve
görüşmek istediklerini söyleyince, aracını durdurup kız ile görüştüğünü ve ona
babasını 1,5 yıldır görmediğini ve kesinlikle olayla bir ilgisinin ve bilgisinin
bulunmadığını söylediğini,
Milli İstihbarattan ayrılıp Emniyet nezdinde çalışmanın Mehmet Eymür’ü kızdırmış
olabileceğini,
Devletin istihbarat birimleri arasında çok koordineli bir çalışma yapılması
gerektiğine inandığını, bu birimler arasında şahsi kin, nefretten doğan
çekişmeler sen-ben davası, sen başarılısın, ben başarılıyım kavgası olduğu
müddetçe bugün Susurluk olayı çıktı ise yarın, altı ay sonra başka bir olayın
çıkabileceğini, bu tür mücadelede 200 bin kişi olduğunu, bunlar içinde yanlış
yola girmiş olabilecek görevliler ya da kişiler bulunabileceğini, bunun polis,
asker ya da korucu olabileceğini, ancak bunun çözümünün basına sızdırılarak
yapılmaması gerektiğini, Devletin resmi birimleri arasında bu tür sorunların
koordinasyon ile çözülebileceğini, yanlış yapanlar hakkında da yasal işlem
yapılarak konunun aydınlığa kavuşturulabileceğini, resmi polis ve askerin
dışında kimseyi eğitmediğini, sivil hiçbir şahsı eğitmediğini, gerek polis
eğitiminde, gerekse özel tim eğitiminde hem psikolojik, hem de manevi eğitim
yaptırıldığını, bu insanların hata yapma ihtimallerinin az olduğunu, özel
yetişmiş birimlerin ifade almayı dahi bilmediklerini, bunların sadece kırsal
kesimde mücadele etmek için yetiştirilmiş olduklarını, ancak görev sırasında
müşterek faaliyette asker ve polis timlerinde, emir komutasının Asker’de
olduğunu, polis özel timinin başında Emniyet Müdürü rütbesindeki personel
bulunmasına karşılık Askeri timin başında Astsubay veya Teğmen olduğunu, ovadaki
askeri birlik komutasının istemi olmadıkça özel timlerin arazide göreve
çıkamadığını, Halkın özel timlerden rahatsız olmaları ile ilgili konunun tamamen
belli mikrakların abartması olduğunu, PKK’nın en çok korktuğu iki unsurun polis
ve askere ait özel timler olduğunu, bunları yıpratmak için gaspçı, haraççı, köy
yakıyor, köylüleri eziyor diye görev yapmalarını önlemek istediklerini,
mücadelenin kazanılması için halkın desteğine ihtiyaç olduğunu, o olmadan
mücadele yapmanın mümkün olmadığını, halkla diyalog içinde örf, adet ve
törelerine hürmet ederek ilişkide bulunulması gerektiğini, zaman zaman ferdi
yanlışlıklar olabileceğini,
Sedat Bucak’ın babasını tanıdığını, Bucak aşiretinin PKK’ya karşı mücadelesinde,
zamanının çoğunu Siverek’de harcadığını, Sedat Bucak’ın adamları olmadan dışarı
çıkamayanların şimdi ağır suçlamalarla karşılarına çıktıklarını, ister asker,
ister polis gece yol aramaları dahil Sedat Bucak’tan yardım isteyip adam
aldıklarını, güneydoğudaki aşiret reislerinden ileri gelenlerin büyük bir
bölümünü tanıdığını, hepsiyle irtibatı bulunduğunu, Sedat Bucak’ın esrar, eroin
işlerine karıştığına kesinlikle inanmadığını, adamlarından bazılarının yapmış
olabileceğini, ancak Sedat Bucak’ın onlara da cezalarını vereceğini, Sedat
Bucak’a bu kadar yüklenmenin yanlış olacağını, gururlu bir insan olduğunu,
gerçekte topraklarının sulu ziraate geçmiş olması nedeniyle çok zengin olduğunu,
adamlarının gönüllü köy korucuları olduğunu, Devletten para ve korucu maaşı
almadıklarını, Sedat Bucak’ın bırakın taraf değiştirmesini Urfa, Viranşehir
bölgesinde tarafsızım demesinin bile PKK için yeterli olabileceğini, Sedat
Bucak’ın kardeşinin Abdullah Öcalan’ın yanında olduğu hususunun doğru olduğunu,
adının Serhat olduğunu ancak Sedat Bucak’ın düşmanı olduğunu ve onunla
görüşmediklerini,
Abdullah Çatlı’yı tanıdığını, Mehmet Eymür’le birlikte, emekli olduktan sonra
tanıdığını, Mehmet Özbay ismini de bildiğini, ancak “Ekli” adını bilmediğini,
Abdullah Çatlı’nın devlet için istihbarati çalışmalar yaptığını, yurtdışına
yönelik olarak özellikle Almanya’daki PKK faaliyetlerine yönelik olarak
istihbari bilgiler verdiğini, 15-16 senedir 80 öncesinden itibaren devlete
çalıştığını bildiğini, kendisinin onu 1987-1988 yıllarında tanıdığını,
Alaaddin Çakıcı ve Dündar Kılıç’ı herkes gibi tanıdığını, Abdulah Çatlı ile
Dündar Kılıç arasında ve Alaaddin Çakıcı arasındaki ilişkiyi bilmediğini
belirtmiştir. (Ek:174)
2-Kemal YAZICIOĞLU İstanbul Emniyet Eski Müdürü 27.12.1996 tarihli ifadesinde; Ömer Lütfi Topal cinayetinin işlenmesini takiben olayı çözmek üzere
çalışmalara başladıklarını, bu cinayet konusunda Asayiş Şubesinin ihbar aldığını
bu ihbarda üç özel harekat mensubu ile iki sivil şahsın bu eylemi yaptıklarının
belirtildiğini, bunların hepsi aynı gün Emniyet Müdürlüğüne alındığını, yapılan
incelemede ve olay yerinde kalan silah üzerindeki şarjörde bulunan band üzerinde
kalan parmak izi ile bu şahısların parmak izinin karşılaştırıldığını, ve
herhangi bir bulguya rastlanmadığını, bu konuda yardımcısı Bilgi Ünal’ın olayı
takip ettiğini, ertesi gün Sedat Bucak’ın kendisini aradığını, özel
harekatçıların neden alındığını sorduğunu, o anda konuyu kendisi de
bilmediğinden inceleyeceğini söylediği, ikinci kez aradığında da tahkikatla
ilgili alındıklarını söylediğini, daha sonra da birkaç kez aranmış olduğunu
ancak bir daha görüşme fırsatı bulamadığını, daha ertesi gün Emniyet Genel Müdür
Yardımcısı Halil Tuğ’un kendisine geldiğini, Bakan tarafından gönderildiğini,
alınan şahısların neden ve niçin alındığını sorduğunu, kendisinin de alınan bir
ihbarın değerlendirilmesi sonunda alındıklarını, ancak bir bulguya
rastlanmadığını, öğleden sonra Bakanın İstanbul’a geldiğini ve Vali ile birlikte
onu karşıladıklarını, Vali ayrıldıktan sonra Bakanın kendisinden olayı
sorduğunu, ona da olayı anlatarak herhangi bir bulguya rastlamadıklarını
ilettiklerini, onun da peki o zaman Emniyet Genel Müdürlüğü de bir incelesin,
bir mahzur var mı? diye sorduğunu, kendisinin de bir mahzur bulunmadığını zira
suç teşkil edecek herhangi bir bulguya rastlanmadığını belirttiğini, Bakanın da
gönderin o zaman dediğini kendisinin de talimat verilmesini istediğini, Bakanın
peki ben hallederim seni ararlar dediğini bunun üzerine Yardımcısının talimat
verdiğini ve Bakan talimatı bunları Genel Müdürlükten gelip alacaklar dediğini,
akşam saatlerinde İbrahim Şahin’in kendisini arayarak konuştuklarını, ona Bilgi
ile irtibat kurarsa onları alabileceğini söylediğini, Basının yanlış
değerlendirmeler yapması nedeniyle, görmemeleri için bunları turkinelerde teslim
alıp götürdüklerini öğrendiğini, bilahare Susurluk Olayının patlak verdiğini,
ondan sonra Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanla görüşmeleri olduğunu, onlara, bu
şahıslar hakkındaki düşünce ve karinelerinin tam alındığını, biraz süre
verilmesi halinde bu şahısların suçlarını inkar edemeyecek hale geleceklerini,
hatta yan delillerin tespitiyle birlikte itiraf bile edebileceklerini
belirttiğini, Cumhurbaşkanının kendisine kaset, belge, video bandı olup
olmadığını sorduğunu, kesinlikle böyle bir şeyin olmadığını belirttiğini,
İkrar havi bir belge bulunmadığını, sadece kendisinde bir takım karineler
olduğunu, bunları anlatmasının mümkün olmadığını, bunun açıklanmasının sisteme
zarar verebileceğini, bunu ancak konuyu bilenler huzurunda rahatlıkla
açıklayabileceğini,
Basında Mesut Yılmaz’a belge, kaset verdiğinin söylendiğini, ancak hiç kimseye
belge, bilgi, kaset veya herhangi bir şey vermesinin mesleki hiyerarşisi dışında
mümkün olmadığını,
Abdullah Çatlı’yı tanıdığının gündeme getirildiğini, Mehmet Özbay adına atılan
bir tebrik kartının kendisine geldiğinin doğru olduğunu Abdullah Çatlı’nın sahte
ismi Mehmet Özbay olarak kendi bilgisayar kaydında isim ve adresinin
yeraldığını, ancak kişi olarak kendisine kart geldiğini ve ondaki adres
olduğunu, 7-8 bin adet kart attığını, bunların hiçbirisine bakmasının mümkün
olmadığını, hatta bu olayın olmaması halinde yılbaşında da ölmüş kişiye kart
gitmiş olacağını,
Olay mahallinde iki adet kalanşkof, başka bir alanda terk edilmiş araç
bulunduğunu, onun içinde de eldivenler, mermiler olduğunu, bunun profesyonel bir
iş niteliğinde yapıldığını,
Olay mahallindeki silahlar üzerindeki parmak izinin karşılaştırma yönünden zor
bir yapı oluşturduğunu çünkü Emniyet Teşkilatında 10 milyon parmak izi
bulunduğunu, parmak izinin yanında diğer parmak izleri ya da daha geniş bir
sathın olması halinde o zaman kategorileştirilebilineceğini o zaman bile
karşılaştırma sayısının 3 bin olacağını, bu nedenle bu tür parmak izlerinde sağ
el işaret parmağının tek boğumundaki iz için yönetmelik gereği olay olduğu yerde
muhafaza edildiğini, şüphelilerle karşılaştırıldığını,
Parmak izinin bulunmasından iki gün sonra basında çıkan 1992 yılında Abdullah
Çatlı’nın sahte pasaport ile ve Şahin Ekli adı ile dışarıya çıkarken yakalanması
haberi üzerine, parmak izinin de olabileceğinden bahisle inceleme sonucu Şahin
Ekli’nin 10 parmak izinin alındığı çıkıyor, karşılaştırma sonunda şarjör
üzerindeki yarım boğum parmak izi ile bu izler birbirinin aynı çıkıyor, bunun
üzerine Şahin Ekli ile Abdullah Çatlı’nın aynı kişi olduğunun ispatı yönünden,
ölüden alınan parmak izi ile mukayese edildiğinde izler birbirini tutuyor, ancak
Abdullah Çatlı’nın silahı bizzat kullanan mı? yoksa silahı hazırlayan mı? olduğu
noktasının belli olmadığını, silahı hazırladığının kesin olduğunu, ancak tetiği
çekip çekmediğinin belli olmadığını,
Cumhurbaşkanı, Başbakan ile görüşüp karayolu ile İstanbul’a dönerken gece saat
23.00 sıralarında İçişleri Bakanının kendisini aradığını, ertesi sabah için
Ankara’ya çağrıldığını, sabah Bakana uğradığında kendisinde kaset, bilgi ve
belge olup olmadığını sorduğunu, kendisinin de böyle bir şey olmadığını
söylediğini, Mesut Bey ile irtibatını sorduğunu, irtibatı olmadığını
söylediğini, daha sonra İstanbul’un genel sorunlarını görüştüklerini, 5-6 saat
sonra da görevden uzaklaştırıldığını televizyondan öğrendiğini, bir veya iki gün
sonra İstanbul Moral Eğitim Merkezindeki Bakana ait konutta 20.00 civarında
görüştüklerini, yaptıklarını tasarruf için birşey söylyemeyeceğini, ancak
kendisini eşkiya ile bir tuttuklarını buna üzüldüğünü söylediğini Bakanın
bunları basının bu hale getirdiğini belirttiğini, Ömer Topal olayının
çözülebileceğini, diğer olaylarla ilintisi yönünden ise özel bir ekip tarafından
yürütülmesi gereken hassas bir konu olduğunu, MİT’ten destek almalarının uygun
olacağını belirttiğini,
İfade tutanağı bulunmamakla birlikte, Genel Müdürlük yetkililerine teslim
edilirken, teslim tutanağı ile işlem yapıldığını,
Ömer Lütfü Topal olayında soruşturmanın çok yönlü yapıldığını Antalya yada
Kuşadasında kendi adamlarıyla, başka adamlar arasında çalışma olduğunu,
adamlardan bazılarının birbirlerini öldürdüğünü bunların da değerlendirildiğini,
uyuşturucu kavgasımı? yoksa kumarhane kavgasımı olduğunun araştırıldığını,
birçok söylenti olduğu bunların hepsinin ispata muhtaç olduklarını, öldürme ile
ilgili olay konusunda belirgin bir kanaati bulunmadığını,
İstihbaratın çok çeşitli kanallardan geldiğini istihbaratın hem istihbarat
birimlerince verilen istihbarat, hem de telefonla gelen bilgiler olduğunu, bazen
gazeteden alınan bir haber, bir haberin değerlendirilmesi olayı olduğunu,
bunların tümünün istihbarat olduğunu,
Arnavut Saminin Ömer Lütfü Topal’ın ortağı olduğunu, belirli yüzdelerle ortak
olduklarını bu ortaklığın sadece Emperyal Oteli ve Gazinosu için olmayıp,
Antalyaya uzanan bir zincir halinde bulunduğunu,
Sedat Bucak’ın çok önceden istek yapmış olmasına rağmen o olaydan sonra suçlanan
kişilerin koruma olarak verilmesinde, onların mağdur duruma düştükleri
düşüncesiyle bir korunma olup olmadığı hususuna bir yorum getirmesinin mümkün
olmadığını,
Söylemezler çetesiyle ilgili olarak, İstanbul’da göreve başladığından bir ay
sonra Söylemez kardeşlerin Eminönü Belediye Başkanının amcasını ve kardeşini
vurup, öldürdüklerini, dolayısıyla bu olayın üzerine giderek cinayeti işleyen
çeteyi bulup çıkarttıklarını, söylemez olayının İstanbul da olduğunu ve
suçluların Adana’da yakalandığını,
Özel tim mensuplarının İl Emniyet Müdürü emrinde olduğunu, özlük hakları
yönünden Emniyet Genel Müdürlüğü Daire Başkanlığına bağlı olduklarını, bu
birimin ülke çıkarları açısından çalışan pırıl pırıl bir kuruluş olduğunu, bu
uğurda pekçok şehit verdiğini Özel Harekata kimsenin birşey söylemeye hakkı
olmadığını özel harekat içinde, polisin içinde yanlış davranışlar içerisinde
bulunanların olabileceğini, önemli olan hususun bu tür yanlışlık yapanların
ayıklamak gerektiğini,
Çatlı’nın Emniyet Genel Müdürlüğü ya da onun ilgili birimleri adına
çalıştığından bilgisi olmadığını, üzerlerindeki belgeler, taşıdığı isimler
dolayısıyla emniyetle ilgili olmalarına ilişkin konuda, bu tür ilişkilerin
mevcut olmasını tasvip etmediğini,
Hüseyin Kocadağ’ı tanıdığını, özel harekat menşeli olduğunu, atak ve gözüpek
birisi olduğunu onunla birlikte çalışmadığı için mesleki yapısı hakkında fazla
bir bilgisi olmadığını,
Bu işin nereye gideceği konusunda endişeleri olduğunu, medyada çıkanların ne
derecede doğru olduğunu onların incelenmesi gerektiğini, peşinen herhangibir
şeyin söylenmesinin mümkün olmadığını, Başbakan ve Başbakan Yardımcısının nereye
uzanırsa gitsin dediklerini, gitmesininde gerektiğini, ancak bunu yaparken
devleti zarara uğratmamak gerektiğini, müesseseleri yıpratmamak gerektiğini,
bunlara çok dikkat edilmesini belirtmiştir.(Ek:175)
3- MERAL ÇATLI 22.1.1997 tarihli ifadesinde; 1980 ihtilalinden
yaklaşık 20 gün sonra eşinin arkadaşlarıyla birlikte yurtdışına çıktığını, eşine
devlet tarafından (pasaport v.b. konularda) yardımcı olunduğunu, eşinin
Ankara’da bulunduğu zamanlarda Ülkü Ocakları ikinci başkanlığını yaptığını, bu
görevi yaptığı sıralarda 7 TİP’linin öldürülme olayının eşinin üzerine
atıldığını, bu konuyu eşine sorduğunda bu olayı kabul etmediğini, 1978’de
İstanbul’a taşındıklarını, 1980’e kadar 7 TİP’li olayından dolayı eşinin kaçak
yaşadığını, 1982 yılında kızlarıyla birlikte kendisinin de yurtdışına çıktığını,
kendisine pasaportları kimin verdiğini bilmediğini, İstanbul Hava Limanında
kendisini uçağa bindiren kişiyi ilk defa gördüğünü, eşiyle İsviçre’de
buluştuklarını, daha sonra Fransa’ya yerleştiklerini ve oradaki Türk ailelerinin
yardımlarıyla geçindiklerini, eşinin Türkiye’den görüştüğü kimselerden aldığı
telefon neticesinde Paris’te kiraladıkları evde 27 gün kaldıktan sonra, eşinin
evden ayrıldığını ve 6 yıl geri dönmediğini - cezaevine düştüğünü - 1984’te
kendisinin ve çocukların Türkiye’ye 1 haftalığına tatile geldiklerini, Mete
isimli birinin kendilerine yardımcı olduğunu, yurtdışında eşinin yanında olduğu
zamanlarda, eşine Türkiye’den ASALA’ya karşı görev verildiğini ve yurtdışında 28
olayda eşinin rolü olduğunu, Türkiye’ye 1984’te gelişlerinden birbuçuk ay sonra
eşinin tabiriyle komplo yapıldığını, yabancı uyruklu bir zencinin evine pasaport
almaya gittikleri sırada eşinin eroin bahanesiyle gözaltına alındığını, eşi
yakalandığında üzerinde Hasan Kurtoğlu adına düzenlenmiş pasaport bulunduğunu,
eşi ve Fransız polisi eve geldiğinde eşinin dolaptaki dosyayı saklamasını
istediğini, sonradan eşine sorduğunda bu dosyada eşinin ASALA yapacağı olayın
şeması olduğunu, İsviçre’de ikamet eden beyaz saçlı bir kişi ile ilgili olduğunu
öğrendiğini, Mete ağabey dedikleri kişinin Fransa’da kalmaları gerektiğini
söylemeleri üzerine Fransa’da kaldıklarını, eşinin Fransa’da iken Oral Çelik’le
beraber olduklarını, eşinin Fransa’daki cezaevinden kurtuluşunda kendilerine
yardım edildiğini, 1990 Nisan ayında eşinin İstanbul’a giriş yaptığını, hangi
pasaportla girdiğini bilmediğini, eşinin Ataköy’de ticaretle uğraştığı sıralarda
Abdullah Çatlı hakkında ihbar olduğundan ihbar gereği basıldığını, fakat
basanlarca önceden eşine haber verildiğini ve böylece eşinin bu baskından
kurtulduğunu, yurtdışından geldikten sonra Mete ağabey dedikleri kişinin ev
temin ettiğini ve daha sonrasında kendilerine yardımcı olan kişilerin
çekildiklerini, Susurluk olayındaki gidişinde eşinin Ankara’ya gittiğini
bildiğini, eşinin Muhsin Yazıcıoğlu ile görüştüğünü bildiğini, Mesut Yılmaz’ın
eşine teşekkürde bulunduğunu, eşine Türkiye’de görev verilmediğini, ama
emniyetle ilgili kişilerle görüştüğünü tahmin ettiğini, Korkut Eken’le
görüştüklerini bildiklerini, eşinin 6-7 isimle pasaport kullandığını, bunların
içinde Hasan Kurtoğlu, Mehmet Özbay ve Altan Güler adına olanları hatırladığını,
Papa suikastiyle eşinin alakası olmadığını, Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinden
kaçırılışında eşinin sadece pasaport verdiğini bildiğini, eşinin Ali Yasak’la
görüştüğünü bildiğini, eşinin evde olduğu bir Cumartesi günü arabasının altında
bomba görüldüğünü, “Abdullah Çatlı Orada mı” şeklinde telefonların geldiğini,
eşinin arabasının içine eroin bırakıp kendisini de tarayacakları şeklinde
duyumlar aldığını kendisine söylediğini, Aydınlık Gazetesinde çıkan haberlerin
eşini tedirgin ettiğini, eşinin Baretta marka bir silahı olduğunu, eşinin Sedat
Bucak’la 2 yılı aşkın bir zamandır tanıştığını, Haluk Kırcı’nın eşinin arkadaşı
olduğunu, kendisinin eşinin ve Haluk Kırcı’nın Sultan Tekstil’de ortak
olduklarını, eşinin Yaşar Öz’ü tanımadığını, Sami Hoştan’ı tanıdıklarını, devlet
için görev verenin de, komployu hazırlayanın da aynı olduğunu eşinin
söylediğini, eşinin ASALA olayına girmeden önce Haluk Kırcı’nın cezaevinden
bırakılmasını istediğini, ayrıca ne olduğunu bilmediği bir konuda TÜRKEŞ
hakkında bir istekte bulunduğunu, yurtdışında yapılan 28 eylem hakkında Kenan
Evren’in bilgisinin olması gerektiğini, Türkiye’ye döndükten sonra eşinin 5-6
defa yurtdışına çıkmış olabileceğini tahmin ettiğini,
- 1980 ihtilali olduğunda sıkı bir denetim vardı. Pasaport almak, düzenlemek
kolay bir şey değildi. Demekki eşime yardımcı olundu. 20 gün sonra eşine
pasaport getirdiklerini, kimin getirdiğini bilmediğini,
- 1982 yılında çocukları ile beraber kendisinin de çıktığını,
- 1982 pasaport müracaatı yaptığında Nevşehir’den kendisine pasaport
vermediklerini, kendisinin de sahte pasaport ile çıktığını, kimin düzenlediğini,
kimin getirdiğini bilmediğini, ancak İstanbul Havaalanında uçağa bindirdiklerini
ve Viyana’ya gittiğini, kim olduğunu tanımadığını,
Yalova’da annesinin yanında iken, kendisini Yalova’dan aldıklarını ve doğrudan
havaalanına gittiklerini gelenlerin resmi görevli olmadıklarını, Viyana’dan
araçla Almanya’ya, Almanya’dan İsviçre’ye, orada eşi ile buluşup trenle
Fransa’ya geçip Paris’in kasabası Potie’de kaldıkları,
1984 yılında Türkiye’ye ailecek geldiklerini, 1 hafta kaldıklarını resmi görevli
bir kişinin kendilerini karşıladığını, adının Mete olduğunu, soyadını
bilmediklerini, sadece Mete ağabey dendiğini. Bu kişinin konuşma ve hareketleri
askerdi. “Asker şeyi vardı”.(Netekim)
Eşiyle beraber geldiklerinde Türkiye’den bir görev verildiğini duyduğunu, bu
görevin de Konsolosluklara yapılan haksızlığa tepki, yani Asala olayında eşine
verilen bir görev olduğunu, 28 olayda da eşinin başarılı olduğunu,
Türkiye’den dönüşlerinden 1,5 ay sonra eşinin bir zencinin evine pasaport almaya
gittiğini, saat 9.30’da telefon kulübesinde olmalarının istendiği, evlerinin
altındaki telefon kulübesine indiklerinde eşinin telefonla görüştüğü,
İstanbul’dan birisinin, ertesi gün verilen adrese gidilmesini istediklerini, bu
konuları görüştükleri kişinin Mete Ağabeyleri olduğunu, Türk pasaportu olduğunu,
Altan ve Serap Güler adlarına düzenlendiğini, eşinin bir arkadaşıyla birlikte
sabah verilen adrese gittiğinde, içeri girdiği anda Fransa polisinin de içeri
girip onu yakaladıklarını, üzerinde Hasan Kurdoğlu adına pasaport olduğunu, 3
gün sonra eve polislerin eşliğinde geldiğini, polislerin eve girişinde dolaptaki
dosyayı eşi tarafından kaldırmasını istediğini ve dolapta 2 ci bir kazağın
altına koyduğunu ve dosyayı bulamadıklarını, kocasının fotoğraf makinasını,
silahını, kendisinin ve çocuklarının pasaportunu aldıklarını, kendi
pasaportlarının Meral Kurdoğlu adına olduğunu, o dosyada eşinin yapacağı bir
olaya ait şema varmış, beyaz saçlı ve İsviçre’de ikamet eden bir kişinin resmi
bulunduğunu, eşinin kendisine Fransa’yı hemen terk etmesini söylediğini, onun da
İstanbul’dan telefonla görüşme yapması için birinin kendisine geldiğini, yine
telefon kulübesine indiğinde Mete Ağabeyinin “Meral hanım sizin Fransa’da
kalmanız gerekiyor, çünkü eşinizle irtibat kuracak kimse sadece sizsiniz”
dediğini, bu konuda eşinin komploya gittiğini, eşinin kendisine Türkiye’de
görüştüğü kimselerle veyahut devamlı görüştüğü kimsenin yaptığı bir oyun
olduğunu söylediğini, İsviçrede’de aynı şekilde suçlamada bulunulduğunu,
İsviçre’deki olayda Nevzat ve Şeref Benli isimli kişilerin bulunduğunu,
Nevzat’ın soyadını bilmediğini, İsviçre’de 15 yıl ceza verilmiş, 1,5 yıl
yattıktan sonra kendisini görmeye gittiğini ve kendisi döndükten bir ay sonra
bunların cezaevinden mutfak kapısından çıktıklarını (anahtarın eşine
verildiğini), cezaevinden çıktığında yanlış arabaya bindiğini, cezaevi
görevlisinin arabasına binmiş, görevlinin de eşini bıraktığını, cezaevinden
çıktıktan sonra Fransa’ya yanlarına geltiğini ve 20 gün bir evde kaldığını,
Türkiye’den gelen bir pasaport ile ve eşinin yeşil renkli bir takım elbise
giymesinin istendiğini ve 1990 yılı Nisan ayında Türkiye’ye döndüğünü,
kendisinin eşini o sürede göremediğini, eşi döndükten sonra 20 gün sonra
kızlarıyla birlikte kendisinin de arabayla Türkiye’ye döndüklerini, eşinin
Levent’te kiraladığı mobilyalı bir eve gittiklerini, İstanbul’a kendi adıyla
Meral Çatlı olarak gittiğini, eşinden öğrendiğine göre Türkiye’den gelen
dosyasında veyahut herhangi bir şeyde Abdullah Çatlı’nın Hasan Kurdoğlu olduğunu
bildirdiklerini, eşinin gerçek kimliğini kabul etmek zorunda kaldığını, o evde
bir hafta kaldıklarını ve sonra Bahçelievler’de kiraladıkları bir eve
taşındıklarını ve eşinin ticarete başladığını belirtmiştir.(Ek:176)
4- Mehmet EYMÜR MİT Kontrterör Merkezi Yöneticisi 26.12.1996 ifadesinde; 1988 yılındaki MİT raporunun kendisi tarafından hazırlandığını,
raporun çok tartışmalar yarattığını, ancak hukuki bir sorumluluk getirmediğini,
çünkü raporun bazı belgelere ve çalışma metodlarına bağlı olarak hazırlanmış bir
rapor olduğunu, rapor nedeniyle emekli olma durumunda kaldığını, Hiram Abbas ve
kendisinin yardımcılığını yapan Korkut Eken ile birlikte emekli olduklarını,
kendi işini kurduğunu 1993 yılında tekrar göreve çağrılması üzerine göreve
geldiğini, hep siyaset dışında kaldığını, Sayın Çiller zamanında göreve tekrar
döndüğünü, kendisine yapılan bir telkin üzerine çağrıldığını, zira gerek Sayın
Çiller’i gerekse MİT Müsteşarının kendisini tanımadığını,
Tolga Atik’in politikadan hoşlanmayan birisi olması, babasının da asker olması
ve teşkilata büyük sempatisi olduğu için geldiğini, yeni başlayan her personel
gibi belli bir kurs döneminden geçtikten sonra Malatya’ya tayin edildiğini,
ancak basında yer almaktan rahatsız olduğunu ve teşkilattan ayrılma döneminde
olduğunu,
1988’deki raporun o tarihteki Müsteşar Hayri Ündül Paşa’ya bilgi vermek
maksadıyla ve yazılı olarak hazırlandığını o raporu o tarihlerde kurumun mensubu
olan Cumhurbaşkanlığı’nda görevli Erkan Gürbüt’e görüşünü almak üzere verdiğini,
o da raporun enterasan ve çok kapsamlı olduğunu söylediğini, o nüshayı da ona
verdiğini, bir müddet sonra da ortada dolaşmaya başladığını, gerçekte onun rapor
niteliği bulunmadığını, etüd özelliğinde olduğunu,
Tarık Ümit’in MİT Teşkilatının görev sahasına giren konularda istihbarati olarak
kullanılan bir kişi olduğunu, ortadan kaybolması üzerine bazı araştırmalar
yapmak durumunda bulunduklarını, araştırmalar sırasında en son İstanbul Divan
Pastahanesinde yemek yediği sırada Özel Harekat Polislerince alındığını ve ondan
sonra da ortadan kaybolduğunu tespit ettiklerini, bu konuda yasal araştırmalar
yaptıklarını, bu araştırmalar sırasında, aracın bulunduğu mahal Silivri
bölgesinde olduğu için tahkikatın Jandarma Astsubayı Ahmet Altıntaş’ın
yürüttüğünü, onunla görüşüldüğünde, kendisinin Özel Harekatçı Ayhan Akça’yı
gözlem altına aldığını, Ankara’dan Özel Harekat Başkanlığından müdahale edilmesi
üzerine “ifadesini alamayacağı konusunda” bırakmak mecburiyetinde kaldığını,
Araştırma grubuna Tarık Ümit’in telefonlarını tespit ettirdiğini, bu araştırma
sonucu telefon konuşmalarının kendi bölgesinde TIR parkında çay ocağı işleten
Avşar isimli bir kişinin telefonundan muhabere yaptığının tespit edildiğini, bu
nedenle Avşar denilen kişinin alınıp sorgulandığını, Avşar’ın kendi adına olan
bu telefonu Özel Harekatçı polislere kullanılmak üzere verdiğini, Avşar’ın
üzerinden Özel Harekatta görevli iki polisin resimlerinin çıktığını, resimlerin
divan pastahanesinde ve Bağdat Caddesindeki görevlilere teşhis için
gösterildiğini, resmi kişiler olması nedeniyle tahkikatta zorlanıldığını, Haluk
Kırcı’nın yine aynı olayla ilgili olarak gözaltına alınıp bırakıldığını,
Avşar’ın üzerinde bir tabanca çıktığını, bunun balistiğe gönderilmek üzere
istendiğinde, çeşitli resmi yerlerden baskı geldiğini, Jandarma Astsubayı Ahmet
Altuntaş’ın belirttiğini,
Tarık Ümit’in kaçırıldığı gün, Avşar denilen şahsa ait beyaz renkli Opel Astra
marka bir arabanın Avşar’dan alındığı, Ziya isimli Polis Memuru tarafından ve
Tarık Ümit’in kaçırılmasından üç gün sonra da Oğuz isimli Polis Memuru ile
birlikte arabanın sahibine iade edildiğini, Avşar’a göre konunun içinde Abdullah
Çatlı ve Arnavut Sami denilen kişiler olduğunu zannettiğini, bunlar hakkında
araştırma yaptığını, hatta Özel Harekat Daire Başkanı ile de telefon konuşması
yaptığını, bunların Astsubay Ahmet Altıntaş’ın yaptığını,
12.1.1994 tarihinde Adana Şakirpaşa havaalanında sahte pasaportla yakalanan
Metin Bozbağ’ın ifadesi doğrultusunda İstanbul’da Yaşar Öz isimli şahsın evinde
ele geçirilen, Tarık Ümit adına verilmiş hususi, özel yeşil bir pasaport bu
konuda Tarık Ümit’in sadece MİT ile çalışmadığını, 1987 yılında MİT ile ilk
ilişkilerinin başladığını, ondan önce de Dündar Kılıç Behçet Cantürk’ün Devlet
tarafından sorgulandığı tarihlerde şahit olarak bazı ifadeleri bulunduğunu, 1982
yılında Dündar Kılıç, Şükrü Balcı ve diğer kaçakçılık konularında uyuşturucu
kaçakçılığı konusunda bazı ifadeleri olduğunu, ondan sonra da 1985 yılında
silahla bir saldırıya maruz kalıp ağır yaralandığını, o tarihte bunu Dündar
Kılıç’ın yönlendirdiğini söylediğini, 1987 yılından sonrada kendi istihbari
potansiyeli bulunduğunu, bundan yararlanarak kendi konularında, ondan
yararlandıklarını,
Tarık Ümit ile en son 1995 yılı Şubat ayı 28’ci günü onun evinde görüştüklerini,
yalnız iki ayrı evi olduğu için hangisinde olduğunu bilemediğini, Özel Harekatçı
Ziya ve Semih isimli iki polisin evinde kaldığını operasyonel konularda ve
faaliyetlerde yardım etmesini istediklerini söylediğini ve bu polislerle kendi
yanlarından telefonla konuştuğunu polislere kendi evinde olduğunu söylediğini,
Tarık Ümit’in yasal çerçevedeki konularına giren hususlarda kullandıkları bir
kişi olduğunu, ancak bunun dışında Devletin diğer istihbarat organlarıyla da
irtibatı olduğunu bildiğini, onun meslek ahlakî yönünden kapsamının ne olduğunu
ona sormadığını, ancak özellikle uyuşturucu kaçakçılığı konusunda Emniyet
birimlerine yardım ettiğini genel hatlarıyla bildiğini,
Teşkilatının Türkiye içinte Terörle Mücadele görevinin bulunmadığını, istihbari
alanda böyle bir görevlerinin olduğunu ve intikal eden bilgileri gereken
mercilere ilettiklerini, Tarık Ümit’inde bu çerçevede Türkiye içinde teşkilatla
ilgili bir görevi olmadığını Türkiye dışında düşünülmesi gerektiğini,
MİT Teşkilatına zaman zaman özellikle ihtilaller ve sıkıyönetimlerden sonra özel
görevler verildiğini, kendisininde birçok bu tür görevlerde yer aldığını, kanuni
görev sınırlarını aşan görevler olduğunu, örneğin babaların, mafyanın
toplanmasından sonrada sorgulanmaları gibi görevler. Bu görevlerinde yasal
çerçeveler de verildiğini, hatta sonradan bunların tartışmalarada neden
olduğunu, yapılan tüm işlemin Devletin arşivlerinde bulunduğunu, bu tür işlerde
büyük kütleleri ve büyük menfaat çevresini karşısına almak durumunda
kalınacağını, doğru yapılmaz ise hem vicdanının hem de yaptığı görevle kendimizi
bağdaştıramayacağını, birçok şeyin doğal olarak kağıda dökülmeden kafada
olduğunu, otuz senelik meslek hayatının kafasında olan uzantılarının kağıda
dökülmesinin biraz mümkün olmadığını,
Bu tür olaylarda teşkilatının bir taraf gibi olmasını kabul edemediğini çünkü
gördüğü manzaranın kendisini çok rahatsız ettiğini, bu manzarada da bir günah
keçisi haline gelmek istemediğini, Emniyet Teşkilatında senelerce omuz omuza
çalıştıkları arkadaşları bulunduğunu kader birliği yaptıkları insanlar olduğunu,
keza askeri kesimde de aynı birliktelikleri olduğunu, söylenecek herşeyin yanlış
yorumlamalara neden olacağını, birçok şeyin doğru olduğunu birkaç kişinin
yaptığı olumsuz şeyler varsa bunların ortaya çıkmasını kendisininde istediğini,
konulara bu aşamada çok daha değişik veçhelerde bakıldığını, böyle olduğu sürece
de bu şeyin içinde herhangibir rol almak arzusunda olmadığını,
Olayların yabancı istihbarat teşkilatlarıyla bağlantılı yönlerinin araştırılması
gerektiğini, yurtdışında uzun süre kalmış kişilerin Türkiye’de karıştıklarını
büyük eylemlerin çok dikkatle incelenmesi gerektiği, altında başka bir şeyler
olup olmadığını incelenmesi gerektiği, var veya yok diye birşey söylemediğini,
ancak Abdullah Çatlı gibi kişilerin sadece suç yönünden değil, yabancı
istihbarat teşkilatlarıyla bir bağlantıları olup olmadığının da incelenmesi
gerektiğini,
Tarık Ümit’in kızının beyanlarındaki kendilerinin tanıdığı ve sizin tarafınızdan
gönderilen iki MİT görevlisinin ziyaretlerine geldiğini ve babasının dönemin
Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın bilgisi dahilinde, Müşavir Korkut Eken’in
isteği üzerine özel harekatçılarca kaçırıldığını ve sorguda olduğunu
söyledikleri konusunun kızın bir yorumu olarak nitelemek gerektiğini, biraz
öncede belirttiği gibi Mehmet Ağar ile Tarık Ümit’in buzları erittiğine ilişkin
Tarık Ümit ile konuşma yaptığını Mehmet Ağar ile Korkut Ekenle o tarihe kadar
arasının iyi olmadığını bildiğini,
Kendisinin Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin ile görüştüğünü, duyumlarını anlatarak
Çatlı’nın elinde olduğuna dair duyumların doğruluğunun olması halinde yardımcı
olmalarını ve bırakılmasının sağlanmasını ve mesele haline getirilmeyeceğini
ifade ettiğini, Mehmet Ağar’ın böyle bir şeyden haberi olmadığını ve bakacağını
söylediğini,
Tarık Ümit’in Ziya ve Semih dediği polislerin kendisine Dündar Kılıç’a yönelik
bir operasyonda beraber davranmayı teklif ettiklerini kendisininde böyle şeylere
girmemesi konusunda telkinde bulunduğunu ve bu işlerden uzak kalması gerektiğini
söylediğini,
Astsubayın ifadesine göre Tarık Ümit’in Abdullah Çatlı’ya bu polis memurlarına
teslim edildiğinden emin olduğunu, Tarık Ümit’in muhtemelen öldürüldüğünü ve
Yalova taraflarına gömülmüş olabileceğini teşkilattaki arkadaşlarının
söylediğini, Avşar’ın Jandarmada sorgulanması sırasında polis memuru Ayhan’ın
telefonla onu aradığını onunda nedesin diye sorduğunda polis memurunun Yalova
taraflarında olduğunu söylediğini, bunun üzerinede Astsubay Ahmet’in bir yorum
getirdiğini Tarık’ında bu kadar süre ortadan kaybolup hiç kimseyi aramamasınında
öldürüldüğü kanaatini pekiştirdiğini,
Mehmet Özbay’ın Abdullah Çatlı olduğunu Jandarmanın bildiğini ve kendisininde
oradan bildiğini belirtmiştir.(Ek:177)
5-Tuncay ÖZKAN 18.2.1997 tarihli ifadesinde; Dünyanın diğer
ülkelerinde olduğu gibi, gizli servislerin uyuşturucu kaçakçılarıyla birlikte iş
yaptıklarını, onlarla birlikte şirketler kurduklarını, onları açığa çıkarmak
için çeşitli çalışmalar yaptıklarını, Abdullah ÇATLI ve ülkücü arkadaşlarının
haklarındaki mahkeme kararlarına ve arama tezkerelerine rağmen, zaman zaman ANAP
gibi partilerin kongrelerinde izleyici, Bakanlıklarda Bakanların misafiri,
Emniyet Genel Müdürlerinin arkadaşı, içlerinde Tansu ÇİLLER’in de bulunduğu
Başbakanların görüşme gereğini duydukları kişiler arasında olduklarını, Turgut
ÖZAL’ın sık sık görüşme isteğiniyinelemesine rağmen, belirtildiğine göre ÇATLI
ve arkadaşlarının Güneydoğu politikasından dolayı ÖZAL’ı hain kabul ettiklerini
ve görüşmediklerini, ASALA’ya yapılacak operasyonlarla ilgili olarak; Abdullah
ÇATLI ve arkadaşlarıyla MİT arasında pazarlıkların olduğunu; bu pazarlık
sırasında bu ülkücü insanların, MHP Genel Başkanı TÜRKEŞ’in o dönemde devam eden
tutukluluğunun ortadan kaldırılması, Balgat katliamı sanıklarının da bulunduğu
bir grup ülkücü teröristin haklarındaki davaların düşürülmesi ve tutuklu
bulunanların salıverilmesi, bu kişilerin Türkiye’de serbest dolaşma haklarının
sağlanmasını bildiğini, ASALA’ya karşı bazı heykellerin bombalanması, bir Ermeni
destekçisi milletvekilinin arabasına bomba yerleştirilmesi gibi eylemler
yapıldığını, bu eylemler karşılığında paralar alındığını, Oral ÇELİK’in bu işe
karıştırılmaması özellikle rica edilmesine karşın grup tarafından eylemin
zorluğu karşısında bu eylemi gerçekleştirebilecek kabiliyette görüldüğü için
dahil edildiğini, özellikle Marsilya’daki eylemler sırasında ÇELİK’in olduğunu,
Abdullah ÇATLI, Oral ÇELİK ve diğer insanların yurtdışında kullanıldıklarını,
sonrasında ise hiç kullanılmamıştır gibi davranıldığını, Metin denilen
görevlinin, emekli olduktan sonra, verdiği sözlerin gereğini yerine getirmek
amacıyla dönüşlerinde Abdullah ÇATLI ve ailesine yardımcı olduğunu,
Susurluk’taki kazadan önce Sami HOŞTAN’a ait Alman plakalı bir mercedesin
ÇATLI’ların arabasını takip ettiğini, bu mercedesteki kişinin Abdullah ÇATLI ve
Gonca US’u hastaneye götürdüğü bilgisini edindiğini, Oral ÇELİK, Abdullah ÇATLI,
Mehmet Ali AĞCA’nın Abuzer UĞURLU denilen kaçakçıdan alınan sahte hint
pasaportuyla yurtdışına çıktıklarını, Abuzer UĞURLU’nun bu pasaportu ülkücü
koruma karşılığında kendilerine (Abdullah ÇATLI ve arkadaşları) sağladığını,
bağlantıyı kuranların o dönemde gümrüklere yakın olan ve onlara ülkücü korumayı
sağlayan kişiler olduklarını, yurtdışında bu insanlarla (Abdullah ÇATLI ve
arkadaşları) bütün gizli servislerle ilişkisi olduğunu, Abdullah ÇATLI için
Meclis koridorlarında Alparslan PEHLİVANLI gibi kişilerin aracılık yaptıklarını
gördüğünü, Abdullah ÇATLI’nın Gökhan MARAŞ, Şanlıurfa eski Milletvekili Murat
BATUR gibi birçok kişiyle görüştüğünü, Abdullah ÇATLI ve arkadaşlarına maddi
desteğin korumalık yaptıkları ülkücü kitleden geldiğini, Abdullah ÇATLI’yı
kokaine sürükleyen kişilerin başında Arnavut SAMİ denilen adamın geldiğini,
Türkiye’de silah ticaretinde mafyanın parmağı olduğunu, Ömer Lütfi TOPAL
Cinayetinde kullanılan silahların bu yolla geldiğini belirtmiştir.(Ek:178)
6- Dündar Kılıç 1.3.1997 tarihli ifadesinde; 1935 Trabzon Sürmene
Başdamar Köyünde doğduğunu, 1942 yılında Ankara’ya geldiklerini, 1964 yılında
kan davası nedeniyle ailece İstanbul’a yerleştiklerini, halen de İstanbul’da
ikamet ettiğini,
1970 yılından itibaren kömür, kum, reklam ve filim şirketleri ve orta halli 7-8
şirketi bulunduğunu, ortaokul mezunu olduğunu,
1980 yılında ihtilal ile birlikte Polis Müdürü Atilla Aytek Kaçakçılık Daire
Başkanı, Kaçakçılık Dairesi MİT görevlisi Mehmet Eymür ve yıllar öncesinde
kendisinin yanında katiplik yapan Tarık Ümit’in Ankara’da generalleri yalan
yanlış bilgilendirerek göreve geldiklerini, yılların insanların düşmanlarımızla
anlaşarak, bazı insanlardan menfaat temin ederek, örneğin Çelik Döküm
Fabrikasını gaspederek, faaliyet gösterdiklerini,
Tarık Ümit’in Kurtuluş’ta beyaz eşya satan dükkanda müdürlük yaparken iki
öğretim görevlisini Dündar Kılıç ismiyle tehdit ettiğini, bunu tespit ettiğini
ve ona bunu nasıl yaptığını sorduğunu, ancak onun da gidip bu konuyu Mehmet
Eymür ve Atilla Aytek’e anlattığını ve kendisini imha etmek için senaryo
hazırladıklarını,
Senaryo olarak; İsviçre’den bir mektup atıldığını, bunun Kaçakçılık Dairesine
geldiğini, mektupta “Dündar Kılıç Ermenilerle anlaşmış, konsey üyelerine suikast
yapma hazırlığında” şeklinde iddia bulunduğunu, bu iddia üzerine gözaltına
alındıklarını, 82 gün gözetim ve işkence altında kaldığını, daha sonra Mamak’a
gönderdiklerini ve sonuçta 5 yıl 1 ay 1 gün hapis yatmasını sağladıklarını,
ondan 1,5 yıl önce yine bir senaryo hazırladıklarını, “bir gemi silah ve
mühimmat geldiğini Türkiye’de bunun alıcısının ve satıcısının kendisi olduğunu
ve Apo için getirtildiğini” iddia ediyorlar, ancak bir polis şefinin telefon
ederek Dündar Kılıç’a söyleyin Eymür ve Jitemde bir Binbaşının bunu
düzenlediğini belirtti ve Avukat Burhan Apaydın’ın işe el koyduğunu, Şişli
Savcılığına şikayette bulunduklarını ve konu hakkında basın ve medyada yaygara
yapınca, senaryonun ellerinde kaldığını,
Bunların kaçakçılardan, “seni öldürecekler 500 bin dolar, 1 milyon dolar
verirsen, senin katlini, infazını durdururum” şeklinde para aldıklarını,
paraları paylaşamayınca da birbirlerini öldürdüklerini,
Abisinin kadınlar kulübünde hissesi olduğunu, 50 milyon lira sermayesi olduğunu,
o parayı istemeye gittiğinde abisine silah çekildiğini, sonunda kardeşi
İbrahim’in bir okulun gecesinde Tarık Ümit ile karşılaştığını, masalarına şişe
atınca yeğeninin onu ağır yaraladığını, Mehmet Eymür’ün o gece yeğeni Zekeriya
Ülkücü’yü öldürdüğünü, kendisinin de onları öldürmesi gerekirken (devlet memuru
olmalarından dolayı) bunu yapamadığını, bunların devletin içine sızmış devlet
düşmanları olduğunu,
Necdet Üruğ’un oğluna kömür ocağı vermesinin söz konusu olmadığını,
Nuri Gündeş’i tanıdığını, son yedi yıl içinde kızının cenazesinde gördüğünü,
35 yıl kumarhanecilik yaptığını,
Bir gün kızının geldiğini, Ahmet Özal’ın Engin Civandan bir alacağı olduğunu,
onun Kıyıkent’te yazlığı olduğunu kendisinin de iki sokak arkada, bunların Engin
Civan’ın evine geldiğini, Engin Civan’ın Ahmet Bey’e parasını ödediğini, Selim
Edes’e son kuruşuna kadar iade ettiğini, diğerinin ödemediğini söylediğini, 5
milyon dolar olayı olduğunu, senaryo hazırladıklarını ve amaçlarının kendisinin
evi önünde Engin Civan’ı öldürtmek istediklerini, kendisinin buna müdahale
ettiğini, eğer böyle bir şey yapılırsa kendisinin tepki göstereceğini
belirttiğini, 45 dakika sonra adamı hastahanenin önünde vurduklarını duyduğunu,
80-100 milyon dolar için bunların yapıldığını söylüyor. Daha sonra kızının
yanına iki yeğenini de alarak kanal 6’yı bastığını, orada onlara ateş ettiğini
ve polis geldiğini ve polise bu işi örtbas ettirdiklerini, ama bu uygulama ile
de onun ölüm fermanını hazırladıklarını,
Alaattin’i Mehmet Eymür’ün koruduğunu yönlendirdiğini, her türlü resmi belgeyi
MİT’in verdiğini, bunlaın masum insanları öldürdüğünü para için herşeyi
yaptıklarını, kendisini mafya yada gangster olarak kabul etmediğini, kendilerine
yakıştırılan şeyin kabadayı olması gerektiğini, onu koruduğunu, sevdiğini ve
bunlar için yaşadığını başka bir iddiası bulunmadığın,
Behçet Cantürk, Sarı Avni, Kam Durmuş’un kaçakçı olduğunu, Fahrettin Aslan’ı
sevmediğini ancak kaçakçı olmadığını,
Tarık Ümit’i suç ortaklarının öldürdüğü kanısında olduğunu, topladığı paraları
suç ortaklarının götürmediğini duyduğunu,
Kendisinin Diyarbakır’da hapiste yatarken 5.5 sene 56 celse süren mahkeme
dolayısıyla Başbakan’dan dosyaların incelenmesi için hukukçu görevlendirmesini
istediğini, Özer beyin kulağına parmak tıkadığını, yoksa özel ile bir düşmanlığı
bulunmadığını,
Ankara’da Kürt Cemali olayında, Mehmet kabadayısının onu öldürmesine karşılık
abisinin cinayet masası şefi olması sebebiyle cinayeti kendisinin üzerine
yıktıklarını ve bu sebeple 3 yıl hapiste yattığını,
Atilla Aytek’in Cemalinin kahvesinde garsonluk yaptığını, sonra Komiser ve Müdür
olduğunu ondan sonra da piç hüseyinin intikamı için kendisini adliye içinde iki
defa öldürmek istediklerini,
Hüseyin Kirli isminde bir kiralık katilin İstanbul’da iki kişi olarak sokakta
kendisini sıkıştırdıklarını iki mermi yarası aldığını, onların olay yerinde
öldüğünü, meşru müdafaa olduğu için 8 ay sonra serbest bırakıldığını,
Kamu para aklama konusunda Özal’ın bu şeyleri serbest bırakmasının etkili
olduğunu, valizlerle paraların geldiğini ve gittiğini Ömer Lütfü Topal’ın öyle
masum bir insan olmadığını 40-50 adam öldürdüğünü,
Ömer Lütfi Topal’ın içeriden satıldığını Tilki gibi bir adamı bu şekilde
öldürülmesinin mümkün olmadığını, kendi adamlarının ölüm fermanına imza
attıklarını, gittiği yeri kendisinin veya bir yada iki yakını dışında kimsenin
bilemiyeceğini,
Kendisine kumarhane için yetki vermediklerini, tefecilik yapan Sudi isimli
kişiye 20 tane yer verdiklerini, Özalla aralarında bu nedenden dolayı bir
husumet bulunduğunu,
Sedat Semerci Paşayı tanımadığını, Şükrü Balcı’yı tanıdığını, fena adam
olduğunu, birçok olayı önlediğini, Fahrettin Aslan’ın onunla çok geniş kapsamlı
ilişkileri olduğunu,
Kendisinin Almanya’ya tedavi için gitmek istemesine karşılık 5 yıl pasaport
vermediklerini,
Semra Özal’ı tanımadığını,Abdullah Çatlı’yı tanımadığını,MehmetÖzbay’ı
tanımadığını,Korkut Eken’i tanımadığını,İbrahim Şahin’i Kurtuluşta beş sene önce
Müdür Muavini iken yapılan bir bakımdan tanıdığını,Haluk Aktar’ı tanımadığını
Cengiz Abaoğlunu tanıdığını, işçisi olarak çalıştığını, bilahare öldüğünü,Hacı
Ali Aslan’ı tanıdığını, onunda rahmetlik olduğunu, Atilla Aytek’in Hacı Ali
Aslanı, Nuri Gündeş’in kayınbiraderi diye boğmak istediğini,İstihbarat
teşkilatını hem operasyon hem de infaz yaptığını, işkence yapıp, adam
öldürebildiklerini,Kızı Uğur Kılıç’ın cenazesine bile gitmediğini, sadece
çocuklarını bağrına bastığını, kızının ailesini dinlemediğini, bu işi de Mehmet
Eymür’ün hazırladığını,
MİT’in infaz timi içinde Çakıcı’nın olduğunu, Sivaslı 3-4 çocuk bulunduğunu,
bunlardan iki tanesinin polis tarafından arandığını, ancak yakalanmadıklarını,
Mehmet Eymür’ün bazı solcuları, hatta Nihat Evim’i öldürenleri Burca’da bir
mahkemede 8-10 kişiyi beraat ettirdiğini ve onları dışarıdan kullanacaklarını,
bunları Nasrullah Ayan vasıtasıyla yaptığını belirtmiştir.(Ek:179)
7- Esat CANAN 5.12.1997 tarihli ifadesinde; Bazı faili meçhul
cinayetlerle ilgili olarak; Savaş Buldan’ın 3 Haziran’da Çınar Otelinin
gazinosundan gece saat 4 civarında diğer iki arkadaşıyla birlikte çıkarken
otelin önünde üç arabanın beklediğini, bu arabaların içinde polis olduklarını
söyleyen sekiz kişinin bulunduğunu, üçüne (Savaş Buldan ve arkadaşları) otelin
önünde üst araması yapıldığını ve arabalara bindirilip götürüldüklerini, Bolu
Yığılca İlçesine yakın bir mevkide Melen çayı kenarına cesetlerin atıldığını,
olaydan sonra Savaş Buldan’ın ağbeyine, imzasız bir ihbar mektubu gittiğini,
Abdullah Canan’ın 17 Ocak 1996 günü Hakkari’nin Yüksekova İlçesinde evinin
önündeki arabasına binip eşine “silah ruhsatını yenileyeceğiz” diyerek ilçeden
ayrıldığını, Hakkari’nin 10 uncu kilometresinde Yeniköprü denilen mevkide yol
aramasına denk geldiğini, Abdullah Canan’ı panzer gibi bir başka arabaya
götürdüklerini, araştırma yaptıkları bütün mercilerin kendilerince gözaltına
alınmadığını söylediklerini, kayboluşunun üçüncü günü arabasının Van-Hakkari
Karayolu Güzeldere mevkiinde bulunduğunu, Abdullah Canan’ın ağabeyinden Kahraman
Bilgiç adında bir görevlinin “Abdullah Canan’la seni bugün yarın görüştüreceğim”
diyerek 20 bin mark aldığını, kendisinin Abdullah Canan’ın yakını olarak
Kahraman Bilgiç ile görüştüğünü, Kahraman Bilgiç’in “Abdullah Canan şu anda
elimizde, hücreye koyduk, bunu Yüksekova Tabur Komutanı Mehmet Emin Binbaşı
infaz edilmek üzere bize verdi” dediğini, Mehmet Emin Yurdakul Binbaşının
Abdullah Canan’ın arabasını dere yatağına ittiğini, Kahraman Bilgiç’in “hiç
kesinlikle birşey yapmayın, bu bizim görevimizdir. Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın
gibi uygulamalar yaptık” dediğini, Kahraman Bilgiç’in Havar kod adıyla
dolaştığını, Tugay Komutanına Kahraman Bilgiç’in “sadece 5 bin mark aldım”
dediğini, kaçırma olayını ise inkar ettiğini, daha sonra Abdullah Canan’ın
cesedinin bayramın ikinci günü jandarma tarafından bulunduğunu, bu konunun halen
savcılıkta hazırlık soruşturması aşamasında olduğunu, o günden bu yana hiçbir
gelişme olmadığını, olayın Diyarbakır DGM kapsamında olduğunu, yine 1993’te
Sabri Çardak’ın Beşbulak Köyünde Mahir Karabağ ve Eyüp Karabağ’ı, Hacı Teknik’in
Çukurca’da bu ekip tarafından öldürüldüğünü, yine Miktar Özeken, Şemsettin
Yurtseven, Münir Sarıtaş, Mehmet Yaşar, Nezir Tekçi’nin yine bu ekip tarafından
1994-95 yıllarında bu ekip tarafından alındığını ve bunların hiçbirisinden
bugüne kadar bir haber alınamadığını, Havar kod adlı Kahraman Bilgiç’in Necip
Baskın adlı kişinin fidye olayı sonrasında yakalandığını, Yüksekova’da
tutuklanıp, Midyat Cezaevine nakledildiğini, Mehmet Emin Yurdakul’la ilgili
olarak savcılığa 4 tane dosya intikal ettiğini, Kahraman Bilgiç’in sorguda
Abdullah Canan’ı öldürdüklerini ifade ettiğini öğrendiklerini, ancak bu aşamada
soruşturmanın yarıda kesildiğini, Hüseyin Oğuz adlı astsubayın “ben, sorgunun
ilk üç gününde görev yaptım, o sorgu esnasında banda alınan ses var, binbaşının
adı geçince o noktada beni sorgudan aldılar” dediğini, Yüksekova delillerinin
saklandığını, Mehmet Emin Yurdakul binbaşının o dönemde Hakkari’de tugayda görev
yapan Albay Hamdi Poyraz’la bir bağlantısının olduğunun söylediğini
belirtmiştir.(Ek:180)
8- Mehmet Hadi ÖZCAN 1.03.1997 tarihli ifadesinde; 1954 İzmit doğumlu,
baba adının Hayri olduğunu, Sapanca Kırkpınar nüfusuna kayıtlı bulunduğunu, 1980
öncesi Kırkpınar Ülkü Ocakları Başkanlığı yaptığını, iş olarak kendi arazileri
üzerinde müteahhitlik yaptığını, halen 24 adet dosyadan yargılandığını,
memleketinde herkesin kendisini çok iyi tanıdığını çete falan olmadığını,
vurduğu adamların hepsi ile uzaktan akrabalıkları bulunduğunu, hasbelkader
Abdullah Çatlı ile bir iş yaptığını, kendisini Emniyet Müdürü Altan Keçeli ve
Belediye Başkanı Sefa Sürmen’in çete yaptığını,
Daha önce uyuşturucu olarak eroin kullandığını, bilahare bunu bıraktığını,
uyuşturucu satışı ile bir ilgisi bulunmadığını, İzmit’e eşinin annesi olduğu
için gidip gelmekte olduğunu,
Kendisinin gayrımeşru hiçbir işi olmadığını babasının tek oğlu olduğunu ve
babasından kalan arazileri satarak yediğini kimseye muhtaç olmadığını,
Emniyet Müdürü Nihat Candan’ın olduğu dönemde, 3 yıl kadar önce İzmit’te kaçak
petrol hadisesi olduğunu, bunu PKK’lıların yaptığını, büyük paralar kazandığını,
Türkçe okumasını ve yazmasını bilmeyen insanların, Samsun Terme’nin
çingenelerinden bir grubun büyük paralar kazanması olayı olduğunu, gazeteci ve
İl Başkanlarına göre 1 trilyon 200 milyar lira civarında bir parayı faizle
çalıştırdıklarını, Emniyet müdürleri, Devlet adamlarınında bu çılıştırılan
paralar içinde yaraları bulunduğunu, kahvelerinin adını bile savcılar
kıraathanesi olduğunu, karılarının gündüzleri dilencilik yaptığını,
kendilerininde % 35-40 faizle para dağıttıklarını, bu nedenlerle bir olay
olduğunu duyduğunu, bir gün İzmit Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış bir çocukla,
kendisinin şoförlüğünü yapan bir çocuğu kahvede ayağından vurduklarını, iki gün
sonra onların kahvesinin tarandığını, bu olayda 3 kişinin ölüp, 7 kişinin
yaralandığını, bunun üzerine bütün samsunluların İzmit’i terk ettiklerini,
halkın bunu kendisinin yaptığını söylediğini, halbuki kendisinin yaptırmadığını,
ancak yapmadımda diyemediğini, çünkü ya özel harekat, ya ülkü ocakları genel
merkezinden gelenler ya da Hadi Özcan yaptırmış olabilirdi, bu konuda
samsunluların tarafını tutan 2.Şube Müdürü ile görüştüğünü, olayın esas oluş
şeklini ona anlattığını, esas olayı yapan adam Affan Keçeli zamanında polisin
bir kez yakaladığını, ancak 250 milyon civarında yani 8 tane kadın bileziği
avanta alınıp, işin bitirildiğini, bunların hepsinin ispatlı olduğunu,
verenlerinde bunu şuanda kabul ettiğini ancak polisin bunların ifadesini
almadığını ve almaya da yanaşmadığını,
Of’lularla kendisinin arasını Sefa Sirmen’in kasıtlı olarak bozduğunu, onlarla
kız alıp vermekten dolayı 30 yıllık anlaşmazlıkları olduğunu,
Of’lunun çay bahçesi olduğunu, Belediyeden kiralandığını ve buraya kira bile
vermediğini orada liseli gençlere esrar, eroin sattığını, onlarla ters
düştüklerini yeğenini öldürdüklerini. Kütüphane açma kılıfı ile Belediyeden 9
milyar lira vererek bu yeri almak istemelerini öğrenmesi üzerine Rıza Sirmen’i
aradığını, iki sene önce Oflulara destek olduklarını Rıza Sirmene söylediğini
kira almadıklarını 9 milyar verdiklerini, inkar etmediğini, eğer bunu yaparlarsa
karşılarında kendisini bulacaklarını söylediğini,
CHP’li Sefa Sirmen’in aslında Alaattin Keskin’in kendisine, Vefa Küçük’ün Belsa
Plaza diye yaptığı yerin karşısında Tekel binası bulunduğunu, eski Tekel
binasının 7 katlı
olduğunu ve Belsa Plazanın görüntüsünü bozduğunu, bu arada Tekelin içinden
malzemelerin TIR’larla Ali Şen’in Maga Deri isimli yerine götürüldüğünü, kapıda
kaleşnkoflu adamlarının nöbet beklediğini, konunun hepsini Emniyet Müdür
Yardımcısı Ayhan Toptaş’ın bildiğini, Televizyoncu Ali diye bir kişinin daha bu
durumdan haberi olduğunu, daha sonra boş Tekel binasını yaktıklarını bu suretle
hem Belsa Plaza’nın önünü açtıklarını hem de Tekel’in içindeki malları
boşalttıklarını, bu suretlede bir taşla iki kuş vurduklarını,
Her memlekette bir sürü kabadayılar bulunduğunu, bunun görmezden gelinmemesi
gerektiğini, her kabadayınında korktuğu bir kabadayı olduğunu, bu tür konuların
bu nedenle kendisine anlatılıp, aktarıldığını,
Ofluların kayinçosunun Hurşit Yavaş olduğunu, Star turizmin sahibi olduğunu ve
uyuşturucu ticaretinin en büyük isimlerinden olduğunu Hurşit’in kırmızı
bültenlerle arandığı dönemde Türkiye’de iki cinayetten arandığını İstanbulda
yatlardan, katlardan, bir sürü gayrimenkulleri bulunduğunu, hiç kimsenin o zaman
onu yakalamadığını, Necdet Menzir’in sıkıştığını, onun zamanında yakalama
yapılmadığını, şimdi gücünü ve para varlığını Necdet Menzir zamanında yaptığını,
Hurşit’in Hollanda’da yakalatıldığını ve İngiltereye teslim edildiğini, oradan
halen cezaevinde bulunduğunu, Sami Hoştan’ın Hurşit Yavaş ile arkadaşlık
yaptığını, onun yakalanması üzerine Abdullah Çatlı ile arkadaşlık yapmaya
başladığını, Hurşit’i Abdullah Çatlı’nın yakalattığını, Hurşit Yavaş’ın tüm
malvarlığının Abdullah Çatlı ve Drej Ali’nin, Urfalıların eline geçtiğini, Star
Turizmin araştırılması halinde bunun ortaya çıkabileceğini,
Star Turizmin arabalarından Ankara’dan çıkışta bomba patladığını, daha sonrada
Ulusoy’da patladığını,
Tarık Ümit’in sevilmeyen bir adam olduğunu, MİT’in kullandığı bir adam olduğunu,
Abdullah Çatlı’nın Tarık Ümit ile arkadaşlık yaptığını, ölmeden birkaç gece
evvel Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ile birlikte hücre evinde kaldıklarını
bildiğini, kızının bunu bildiğini ama söylemediğini, Tarık Ümit’in
öldürüldüğünde 3 milyon mark tutarında parasının kayıp olduğunu, bunu
abazalardan duyduğunu Çatlı’nın Tarık Ümit’in öldürülmesinde bulunduğunu, bunu
kendisinin söylediğini
Halen kendisinin, Sefa Sirmen’in protokol Müdürünü kaçırmaktan dolayı
yargılandığını, aslında Müdürü kendisinin kaçırmadığını, adamın kendisininde
“Beni Hadi kaçırmadı” dediğini, ancak halen yargılandığını, bu adamın
kaçırılmasında büyük kıyametler koptuğunu, kendisinin yeğeni öldürüldüğünde,
Ocak başkanları vurulduğunda, üç kişinin öldürülüp yedi kişinin yaralandığında,
Oflu Reşat’ın öldüğünde, abisinin öldürüldüğünde, İskender Gül’ün
kaçırıldığında, baldızının iğfal edilip, oğlunun baldızını öldürdüğünde, iki gün
sonra eşi ve oğlunun Bolu’da trafik kazasında öldüğünde kimsenin kılının
kıpırdamadığını, bu olay olduğunda Hadi’nin çete olduğunu, Özgür Kocaeli Yeşil
Gazetesinin sahibi Sefa Sürmen’inde, tüm İzmit’in de bunu bildiğini, Susurluk
olayının oluşması halinde Behçet Cantürk ve tüm faili meçhullerin
organizasyonunu kendi üzerine yükleyeceklerini, hatta solcu bir arkadaşının
“Hadi, Sefa’ya yüklenme, Dursun Kamtaşın Sefayı öldüreceğini ve onu kahraman
yapacağını Büyükşehir Belediye Başkanlığında Hikmet Erenkayayı aday
göstereceklerini” söylemesi üzerine ona yüklenmediğini,
Emniyet Müdürünün gazetelere ilan verdiğini, Yeşil Kocaeli Gazetesinde ben
Hadi’yi teslim almayacağım, kendin yakalayacağım dediğini, İzmit Emniyet
Müdürünün Sefa’dan aldığı paranın miktarının belli olmadığını, Ayvalıkta verilen
villalar, kendisinin yakalanmasından sonra Emniyet Müdürüne alınan 17 milyar
lira civarındaki arabayı herkesin bildiğini ve konuştuğunu,
Malatyalı Engin diye bir delikanlının açtığa Engin Döviz diye bir yer var,
İzmit’in en büyük faizcilik olaylarından birisini yaptığını, kollu makinalara
para kaybettiğini, büyük borca girdiğini ve iflas ettiğini, Belsa Plazanın
otoparkını Engin Dövize vereceklerini duyunca,Rızaya bu yeri Alaattin Keskin’e
vermelerini söylediğini, bize halktan yana olun dediğini, bunun üzerine
kendisine 20 milyar teklif ettiklerini, yanında da Kırmızı Kocaeli’nin Genel
Müdürü Güngör Asman’ın olduğunu, bunu telefonla teklif ettiklerini bu konuda
şahitlerde bulunduğunu, ancak kendisinin bu parayı kesinlikle istemediğini,
alırsa avanta almış olacağını söylediğini,
Seyfi Aydın diye birisi, şu anda cezaevinde bulunduğunu, çete üyeliğinden içeri
girdiğini, ancak kendisinin bu adam ile yakından ya da uzaktan ilgisinin
bulunmadığını, Adamın yeğenini hırsız diye yakalatmışlar, bunlar dağ köylerinde
oturuyorlar dağlara villalar yapılmaya başlayınca birinci sınıf turistik bölge
ilan edildiğini, Derbent Jandarmasında dayak zoruyla suçu kabul ettirdiklerini,
cezaevine girdiğini 5.5 ay sonra asıl hırsız yakalandığını, çaldığı malların
iade edildiğini, bu sayede bu çocuğun tahliye olduğunu, Seyfi Aydın’ın hırsızlık
yapanlara sen bizi lekeledin, hata yaptın 200-300 bin dolar para vereceksin
dediğini, aralarının gerginleştiğini, birbirlerini tehdit ettiklerini,
Eski 2.Şube Müdürünün kendisine telefon ettiğini, Nezih Ömer diye birisini
aramasını istediğini, bu şahsın ANAP İstanbul 2. Başkanı olduğunu, olaya
kendisinin el koymasını istediğini, yani Seyfiyi halletmesini Hadi’den
istediklerini, bulaşmak istemediğini, teslim olmak istediğini, bu anda Seyfiye
tek söylediği şeyin ondan 300 bin dolar alması 50 bin dolar al dediği için
dosyası olduğunu,
Çete adıyla 33 kişiyi yakaladıklarını her mahkemeye çıktıklarında, birçok
kişinin tahliye olduğunu, onun için kendisini tahliye olmaması yönünden
Mahkemeye çıkartmadıklarını, şimdiye kadar 27 dosyanın 12-13 dosyasından
Mahkemeye çıkıp, hepsinden tahliye olduğunu, ayrıca DGM’de de 12 dosyası
bulunduğunu, davaların saçma sapan olduğunu oflu Reşat ve Muzaffer kardeşlerin
öldürüldüğünü, Reşat’ın davasının normal mahkemede, Muzafferin davasının DGM’de
çıktığını,
Abdullah Çatlı ile kendisini İbrahim Şahin’in koruması Alper Tekdemir’in kardeşi
Şahin Tekdemir’in tanıştırdığını,
İzmitte PKK’lıların büyük para götürdüklerini, İzmit’e heray 20 bin ton petrol
getireceklerini, kendisinden bir depo ve bir liman istediklerini en
önemlisininde dağıtıcılarını bulmak olduğunu hepsini kendisinin bulduğunu,
amacının İzmit’in PKK’lılardan temizlenmesi olduğunu, Abdullah Çatlı’yı bu
ismiyle bildiğini, herşeyin ayarlandığını, ayda 20 bin ton petrol satacaklarını
hesapladığını, Çatlı’nın Filipinlerden 3 milyon 600 bin dolar gelmedi diye
sızlanması üzerine, o zaman kendisinin bu petrolü satalım dediğini, birilerinin
kendisine 40 milyar lira vereceklerinisöylediğini, bu parayı hiç ihaleye
girmeden ihaleye girmemek için avanta alanak verileceğini, o ana kadar 2-3
milyar lira masraf etmiş olduğunu, 20 milyar liranın kendisine gerekli olduğunu,
Çatlı’nın bunu kabul ettiğini tamam deyip ihaleye girerek onu Ankara’dan
aldıklarını, bunun dedikodusu olabilir dendiği için ihalenin yeniden yapıldığını
ve yine Çatlı’ların kazandığını, iki ayrı şirketede 4’er milyar lira avanta
vererek, ihaleden çekilmelerini sağladıklarını, ihalenin alınışıyla, birlikte
Abdullah Çatlı’nın değişmeye başladığını, petrolu satmayıp, bir ay içinde
300-350 milyar lira yapacağını söylediklerini, kendisininde o arada para
sıkıntısı çektiğini, kemerde bir otelde kalırken bir arkadaşının kendisine
“Abdullah Çatlı şimdiye kadar kiminle ortaklık yaptı ise ya öldüğünü ya da
yakalandığını” söyleyerek dikkatini çektiğini, bunun iyi olduğunu, çünkü
Çatlı’ya o zaman yüzde yüz güvendiğini bu nedenle de kendisininde Çatlı
tarafından öldürülebilecek olduğunu,
İskenderunda 1500 ton petrolün Demir Çelik’e satıldığını, bunun parasını
paylaşanlarında kendisine bir haftalık çek vereceklerini söylediklerini, bunun
üzerine Ankara’da buluştuklarını, gittiği binanın kapısında Bucak A.Ş.
yazdığını, Haluk Kırcı’nında orada bulunduğunu ve Sedat Bucak’ında orada
olduğunu, parayı öderken, kendisine gözdağı vermeye çalıştıklarını, kendi hakkı
olan 6 milyar lira yerine 500 milyon lira verilmeye kalkınca kendisinin tepki
gösterdiğini ortağın % 50 alması gerektiğini, münakaşa ettiklerini, verilen
parayı almadığını, aralarında soğuk harp başladığını, bu nedenle kendisinin
eniştesi olan trilyoner Ali İhsan Kaya ile irtibata geçtiklerini Sami Hoştan ile
gelip villa yapma gerekçeleriyle samimiyet kurduklarını, sonrada Hadi’nin onu
öldüreceği hususunda korkutmaları ve kendisine karşı yönlendirdiklerini, daha
sonra ofluların yönlendirdiklerini, tüm çabalarınında kendisinin yakalanması
olduğunu, bu nedenlerle Emniyet 2. Şube Müdürü ile dolaştıklarını, çünkü 2. Şube
Müdürü Kamil Toprak’ın sahiplerine koruma verdiğini, yakalandığında da 2. Şube
Müdürünün hemen oradan sürüldüğünü, kendisinin Kanal 7’nin programcısı ile
birlikte Rize’de bir gün çalıştıklarını, şimdi verilen ifadelerin aynısını Kanal
7’ye verdiğini iki üç dosya doldurduklarını, ertesi gün programını bitiremeden
yakalandığını, o bantlarda Mehmet Ağar’ı suçladığını, Emniyet Müdürünü Ankara’ya
götürdüğünü ama kime verdiğini bilmediğini, Mehmet Ağar’ın o band yüzünden
görevinden alındığını, belki de bandın Mesut Yılmaz’da olabileceğini, Emniyette
kendisinden Abdullah Çatlıyı yakalamak üzere ifade aldıklarını söylemeleri
sebebiyle bildiklerini anlattığını 15 gün savcılığa çıkaralım dediklerinde de
kızıp tepki gösterdiğini,
--------------------------------------------------------------------------------
Yine petrol ile ilgili olarak Makedonya asıllı, şu anda İngiliz vatandaşı olan,
müslüman İdris Feyzuni diye bir adamın arkadaşının annesi olduğunu, kendisine
petrol alışverişi dolayısıyla İzmit’te Turgay Çelebi’den 1 milyon 200 bin dolar
alacağı olduğunu, adamın bunları dolandırdığını ve Interpolüde bağladığını
hukuken alamadıkları için, yardım (kendisinden) istediklerini, Turgay ile
müşterek dostlarını bulduğunu, ödeyeceğini beliren senetler falan yapıldığını,
ellerinde hiç belge olmadığından senetlerinin belge olduğunu, bunun İdris Fevzi
Öz’ün hoşuna giden bir hadise olduğunu, bu adamında İngiltere’de oturduğunu,
Dünya Bankasının Arap Ülkelerinin temsilcisi olabileceğini, İran ve Suudi
Arabistandan çok büyük yerleri alan bir adam olduğunu, o tarihlerde Bosna
Heresek’te savaş olduğunu, Bosna-Hersek’in Iraktan alacakları olduğunu Saddam’ın
bunu petrol olarak ödediğini ancak parası olmadığından ödeyemediğini,
“İran ile Irak sınırındaki bir nehirden 2 bin tonluk motorlarla petrol çıkarılıp
açık denizlerde 50 bin tonluk gemilere yüklenerek, oradan İngiltereye gidecek,
satılacak ve karşılığında da ya silahla ya da para isteyecekleri” bir
organizasyonu Çatlıya söylediğini ve Çatlı’nın bu işin üzerine atladığını, halen
bu işin Ahmet Baydar tarafından kendi hesabı olarak yapıldığını,
Entegre Tesisleri temizlik projesi için Ali Veziroğlunun Alman bankasından
hazine garantili 300 milyon mark para aldıklarını, bunu Alman Hükümetine çevre
danışmanlığı yapan Oktay Tabasaran diye bir yetkilinin imzası ile alındığını,
ancak hiçbir şey yapmadan bu parayı yediklerini, göz boyamak için birkaç şey
yapıldığını, ikinci olarak aynı bankadan 200 bin dolar istediklerini, Oktay
Tabasaran’ın gelip yapılanları incelediğini ve bu kredi işlemine ilişkin
belgeleri imzalamadığını, bu adamın kendisini bularak bilgi ve belge verdiğini,
Kendisinin İbrahim Şahin’i onun 20 senelik arkadaşı olan Musavvat Dervişoğlunun,
Muammer Derelinin damadı olduğunu, Çırağan Sarayında düğün yaptığını, nikah
şahidinin Kadir İnanır ve Eyüp Aşık olduğunu, İbrahim Şahin’inde orada
bulunduğunu, Dervişoğlu vasıtasıyla İbrahim Şahin ile Ankara’da bir otelde
buluştuklarını, Abdullah Çatlı için, ona iyilik yaptığını, ancak onun kendisini
yakalatmak ve öldürtmek istediğini, bu yönden kendisine yardımcı olunmasını
istediğini, onunda allah belasını versin görüşmüyorum dediğini, İstanbul’da
ikinci bir kez buluştuklarında yine aynı şeyleri söylediğini,
Çatlı’nın Kürşat Yılmaz ile ilgisi olduğunu Kürşat’ın Ünye de hapiste yattığı
sırada, kendisi ile onu kapıştırmak için Kürşat’a 3 milyar lira gönderdiğini,
Abdullah Çatlı’nın ve hepsinin Mehmet Ağar’dan korktuklarını, kendisininde bir
Milletvekili arkadaşı ile Mehmet Ağar’ın haber gönderdiğini, onunda Çatlı ve
diğerleri için ölseler de kurtulsam dediğini,
Musarrat Dervişoğlu ile bir gün bir karar aldıklarını, buna göre Abdullah
Çatlı’yı Kürşat Yılmaz ve Yeşili öldürüp Türkiyeyi temizlemeye karar
verdiklerini, üç ay içinde Kürşatın bulunduğu bütün yerleri söylediğini çünkü
İbrahim Şahin’e telefonda ana avrat küfrettiğinden dolayı Kürşat’ın ölmesini
istediğini, ancak Abdullah Çatlı’nın yerini bir kez bile söylemediğini,
Veli Küçüğün İl’inde Alay Komutanlığı yaptığını, teslim olacağı zaman onunla
telefonla görüştüğünü, Samsunlular olayını yapan çocuğun bırakıldığı zaman,
Albayın telefonla bu çocuğun belinde silah cebinde esrar varken bırakıldı, başka
kimlikle bırakıldı dediğini, bu Salman’ın adının Abdi Nakış olmayıp, Sultan
Nakış olduğunu bildirdiğini, bu adamın 4 cinayet 7 yaralamadan dolayı cezaevi
firarisi olarak arandığını ve bu adamın saklandığını söylediğini, onun üzerine
Sultan Nakış’ın ifadesini kendisinin aldığını, bilerek yanlış aldığını o ara
Sedat Peker’e ilişkin bir uygulama yapmak için ifade aldığını, ancak polisin
Sedat Peker’in polis tarafından alınıp, dönüldüğünü ve birçok konuda
konuşturulduğunu, Veli Küçük ile kendisinin hiçbir ilgisinin olmadığını,
Hüseyin Kocadağ ve Ali Şen’in arkadaş olduklarını, o ikisininde Fenerbahçenin
yönetiminde bulunduklarını, İzmit’te herkesin Saffet’in olayından Ali Şen’in 3-4
milyon doları akladığını, ancak kimsenin bunu ispat etmediğini, kendisinin
edebileceğini ancak kendisininde hapiste olduğunu,Hanefi Avcı’yı
tanımadığını,Veli Aktaş isimli arkadaşının Galatasaraylılar cemiyetinin Ankara
Şubesine bakan ve Gazi Üniversitesinde profesörlük yaptığını Abdullah Yılmaz ile
kendisini onun tanıştırdığını, kendisinden 15 seneden bu yana ilk defa böyle bir
şey istediğini, konuyu bilen Bilal Atak isimli arkadaşı olduğunu, bu adamların
150 bin dolar ayırarak Bulgaristan’a gönderdiğini, Türkiye’ye kömür getirilmesi
için Bulgaristan da bir adamla tanıştıklarını, birkısım paralar karşılığı 6 ay
kömür gelmediğini, gelen kömürün ise toz halinde olduğunu, Bilal ATAK’ın bunu
geri gönderdiğini, paranın orada kaldığını, bu arada Abdullah Yılmaz’ın enerji
alışverişi ile ilgili olarak Bulgaristandaki bu adamları Türkiye’ye getirdiğini,
Bilal Atak bunların Ankara’ya geldiğini öğrendiğini, bunların otelde
yakalandığını ve parasının iade edilmemesi nedeniyle Abdullah Yılmazın
kızdığını, bunlarında Bilal’e dönüşte İzmit’e uğrayıp parayı ödeyeceklerini
söylediklerini, Bilal Atak’ında onların takibine bir adam koyduğunu, bilahare
köprüde 4 Bulgarın öldürüldüğünü, bilahare Abdullah Yılmaz’a telefon açarak,
o’nun öldüğünü, sıranın kendisinde olduğunu söylediklerini, Abdullah Yılmaz’ın
korktuğunu, Melih Aktaş’a söylediğini, Aktaş’ında kendisine söylediğini,
kendisinin bunları yan yana getirdiğini, Atak’a 150 bin dolarının kendisinde
olduğunu söylediğini, Turgay Çelebi’den 1 milyon 200 bin dolar alacaklarını, o
zaman paralarını ödeyeceklerini söylediğini ve onları barıştırdığını, Turgay
Çelebinin iflası nedeniyle 150 bin dolar ödenemeyince, Abdullah Yılmaz
korktuğunu Bilal Ataktan, Genel Müdür Yardımcısı Kaya ile çocukluk arkadaşı
olduğunu oradan kendisine sılaşı vermeyi kararlaştırdıklarını ve kendisininde
tonu 10 dolardan sılaşı satın aldığını, yumurtalık hattı açıldığında da 110 bin
tona yakın mal olduğunu, o malıda sılaş diye vereceklerini ve onlarında bunu
fabrikalara fuel-oil olarak satacaklarını, ancak bu işler patlayınca, onun da
durduğunu,kendisinin Abdullah Yılmaz’a hasta çocuğunun tedavi masraflarıda dahil
olmak üzere enaz beş milyar lira verdiğini belirtmiştir. (Ek:181)
9- Şahin TEKDEMİR 14.03.1997 tarihli ifadesinde; 1964 Kocaeli Keteme
doğumlu olduğunu, ilkokulu İzmit’te okuduğunu, sonrada serbest çalışmaya
başladığını, önce araba alıp satmaya başladığını 1989-1990 senesinde yurtdışına
çıktığını, Alman vatandaşı ile evlendiğini, Almanya, hollanda ve Belçika’da
kalıp, Türkiye’ye döndüğünü, büyük kardeşinin polis olduğunu, İbrahim Şahin’in
korumalığını yaptığını,
Suçunun Hadi Özcan’ı tanımak olduğunu suçlandığı konular içerisinde Of’lu
Muzaffer’i öldürmek, bunların silah temin etmek, bunlarla çete kurmak gibi
ilgisi olmayan suçlardan cezaevine gönderildiğini,
Hadi Özcan’ı abisinin 1980 öncesi öğretmen lisesindeokuduğu sırada, okulda
meydana gelen taşlı sopalı kavgalar sırasında, tanıdğını, boş zamanlarında okula
giderek abisine göz kulak olduğunu, Hadi Özcan’ın MHP’li olduğunu, kendisinin de
MHP’li olduğunu,
Abisinin siyasî bir yönü bulunduğunu, halen açığa alınmış durumda bulunduğunu,
İbrahim Şahin’in koruması olduğu için açıkta olduğunu, 1985 ya da 1986 da özel
harekata girdiğini, kursların sonunda Siirt’e gittiğini, 4-5 yıl kaldığını,
sonra tayinen İzmir’e gittiğini, İbrahim Şahin’in Özel Harekat Daire
Başkanlığına gelmesi üzerine tayininin Ankaraya çıktığını,
Abdullah Çatlı’yı tanıdığını, kendisine Mehmet Özbay olarak tanıtıldığını, ancak
onunla yurtdışında tanışmış olduğunu, Türkiye’de Abdullah Çatlı olduğunu
öğrendiğini, ancak kimseye birşey söylemediğini,
1990 yılında Almanya’da Hanover Havaalanında birisini bekler iken, kendisini
orada gördüğünü Türk olduğunu öğrenince konuştuğumuz, adamın Mehmet Özbay
olduğunu söylediğini, Türkiye’de iken de İzmit’ten geçerken kendisine uğradığını
bir iki kez İzmirde karşılaştıklarını fuarda lunapark müdürlüğü yaparken
karşılaştıklarını,
Abdullah Çatlı’yı, Mehmet Özbay adıyla Hadi’ye tanıştıranın kendisi olduğunu, bu
nedenle Hadi ile aralarının açıldığını, petrol işinden dolayı kendisine kazık
attırmakla suçlandığını, Abdullah Çatlı’nın kendisine ortaklık yaparken insanın
bir şeye para koyması lazım, bunu koymadığı için ortak olamadık demesi sebebiyle
Çatlı’yı haklı gördüğünü, Hadi’yi abisi Alper ile tanıştırmadığını,
Yedi TİP’li olaylarından dolayı sağdan, soldan duyumlar nedenleriyle Abdullah
Çatlı’nın kaçak olduğunu, bildiğini, sağdan soldan onun Asala ile mücadele etmiş
olduğunu öğrendiğini bu nedenle de hoşuna gittiğini,
İzmir’de birlikte yemek yerler iken, konuştuklarını, kendisini tanıyıp
tanımadığını, kim olduğunu bilip bilmediğini sorması üzerine, onu tanıdığım,
bildiğim onunla böyle mevzulara girmek istemediğini, geçmişini bilmek
istemediğini söylediğini, Abdullah Çatlı’yı birkaç defa Haluk Kırcı ile
gördüğünü,
İbrahim Şahin ile Abdullah Çatlının tanışık olduğunu bilmediğini, Holis olan
Ercan Ersoy ve Ayhan Akçay’ı tanımadığını, başka işlere karışıp karışmadıklarını
bilmediğini,
Hadi Özcan’ı çok sevdiğini, nesli tükenmiş kel aynak kuşu olduğunu, varını
yoğunu olmayanlarla paylaşan iyi bir insan olduğunu, hep haklının yanında
olduğunu onun tahsilat işleriyle uğraştığını bilmediğini, yaptığı bir iş
karşılığında para alacağını da tahmin etmediğini,
Kendisinin abisi tarafından teslim edildiğini, git teslim ol, suçsuzsun,
kaçmaman gerek yok demesi üzerine teslim olduğunu, 8 dosyadan sorumlu
tuttuklarını, 9 aydır cezaevinde olduğunu,
Latif Özdamak diye bir arkadaşı olduğunu Özel Harekatçı, Siirt’ten gelen bir
hocanın yanına gittiğini, camide yapılacak işler için onun yardımcı olduğunu,
izinli olduğunda, bayramlarda geldiğini ve cami inşaatına yardım ettiğini,
kendisinin telefonu ile telefon ettiğini, daha sonra bu adamı kendisine silah
getirdi diye yargıladıklarını ve görevden aldıklarını, vicdan azabı duyduğunu,
Of’lu Muzafferin öldürülmesinde kendisinin suçlandığını, orada olduğunun iddia
edildiğini kendi arabasının renginde bir araba ile öldürüldüğünü, arabasının
hemen Emniyet binası ile yanyana bulunduğunu,
Abdullah Çatlı’yı abisinden çok sevdiğini bu sebeble de onun kaçak birisi
olduğunu abisine söylemediğini, Abdullah Çatlı ile birlikte hiçbir iş
yapmadığını, kendisinin galerisi olduğunu ve kiralık araba servisi işlettiğini,
Abdullah Çatlı ile Ahmet Baydar’ın ramazan ayında akşam vakti iftar yemeğinde
kendisine uğradıklarını, yemek yerken konuştuklarını, bir petrol işi olduğunu
söylediğini, ister ortak isterseniz onu komisyona verin Hadi Özcan ile bu işi
yapma dediğini, bunun üzerine onları tanıştırdığını, petrolün alındığını,
alındıktan sonra bazı olaylar olduğunu, bu yüzden Hadi ile aralarının
açıldığını, Çatlı’nın petrolu satıp, paraları yiyip, bir şey göndermediğini
Hadi’nin söylediğini, kendisininde Abdullah Çatlıya kızan herkeze kızdığını,
Abdullah Çatlı ile Hadi Özcan’ın kendi yanında yerlerinin ayrı ayrı olduğunu hiç
kimse ile de küs olmadığını belirtmiştir.(Ek:182)
10- Necdet KÜÇÜKTAŞKINER 17.03.1997 tarihli ifadesinde; Askerliğini
bitirir bitirmez 1966 yılı Haziran ayında MİT’e girdiğini, 1973’e kadar Emniyet
Müfettişi kadrosunda bu teşkilatta çalıştığını, MİT’in CIA tarafından proroke
edildiği, Baybaşin ile ilgili olayların 1983 tarihinde başladığını, Feridun
Kocamaz adındaki emlakçının, “benim bir dostum İstanbul 2. Şubeye nezarete
düşmüş ilgilenirmisin?” demesi üzerine İstanbul Emniyel 2. Şube Müdür Yardımcısı
Mehmet Ağar’a Başbayin’in durumunu sorduğunu, Mehmet Ağar’dan Baybaşin’i gasptan
aldıklarını öğrendiğini, bunun üzerine onun vekaletini olmadığını, sözü edilen
kişinin Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilerek tutuklandığını davasına
hangi avukatların baktığını bilmediğini, 1986 yılında İngiltere’ye bir iş için
gideceği sırada Baybaşin’in İngilterede 12 seneye mahkum olduğunu öğrendiğini,
Baybaşin’in iki tane Kıbrıslı kızın eroin getirdiği bir mahalde dolakırken
yakalandığını, polislerin ona tesadüfen yakalandığını, kızların malı onun
verdiğini söylediklerini, onun üzerine Baybaşin’in Island Wight denilen küçük
bir adadaki hapishaneye hükümlü olarak konulduğunu, Mete Bozbora, Hüseyin
Çoban’la birlikte cezaevinde Baybaşin’le görüşme yaptıklarını, Baybayin’in orada
durumunun çok kötü olduğunu, hergün dayak yediğini, ne yapıp edip kendisini
Türkiye’ye götürmelerini istediğini, Hüseyin Başbayin’in kendisine yalan
söylediğini tespit ettiklerini ve davasını yine almadıklarını, sonradan
öğrendiklerine göre 1986 dan sonra başkaları kanalıyla Türkiyedeki bir İngiliz
ile tabur edilmek suretiyle Türkiyeye gelişinin sağlandığını, Bayrampaşa da
cezaevinde olduğunu, tahminen 1988 de gelmiş olabileceğini, yine tahminen 1989
senesinde Mete beyle beraber, Feridun Kocamaz’ın yanında üç tane daha adamın
yazıhanelerine geldiklerini, Hüseyin Başbayin’in kardeşi Mehmet Şirin
Baybaşin’in Silivri’de bir çiftlikte yakalanan eroin ile ilgili olan ve İstanbul
Devlet Güvenlik Mahkemesinde devam eden davalarını aldıklarını, bu davayı iki
celse girdikten sonra bıraktıklarını, bu olaylarda herhangi bir siyasînin veya
yöneticinin ilişkisini bilmediğini, Baybaşin’in hayatı boyunca dört veya beş
defa gördüğünü belirtmiştir.(Ek:183)
11-İstanbul Valisi Rıdvan YENİŞEN 27.12.1996 tarihli ifadesinde; Sayın
Cumhurbaşkanı sık sık İstanbul’a gelir ve kendisiyle sık sık görüşürüz, 14 Kasım
günü çok yoğun bir programları vardı. Program sonrasında da Polat Renasionse
otelde bir akşam programı vardı, o programdan sonra evde Kemal Yazıcıoğlu ile
görüşebileceğini söylediler, 22.00 sıralarında. Sayın Cumhurbaşkanımızla
birlikte otelden çıktık, Leventteki ikametgahta Kemal bey bizi kapıda karşıladı
ve içeriye girdik; Sayın Cumhurbaşkanının konuyu sormaları üzerine, Yazıcıoğlu,
25.8.1996 günü Emniyet Asayiş Şube Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliğine gelen
isimsiz telefon ihbarında Ömer Lütfü Topal’ı Özel Harekat polisleri Ercan Ersoy,
Ayhan Çarkın, Oğuz Yorulmaz ile maktülün ortakları olduğu söylenen Ali Fevzi Bir
(Aliço) Sami Hoştan (Arnavut Sami) adlı şahısların öldürdüğünü beyan ediyor. Bu
ihbar üzerine ön çalışma yapıldığını takip edildiklerini, 28.8.1996 tarihinde bu
kişilerin Asayiş Şube Müdürlüğünce gözaltına alındıklarını, olayda kullanılan
silahın Şarjörü üzerindeki koli bandından elde edilen parmak izi ile bu beş
kişinin parmak izi mukayesesinin yapıldığını, benzerlik olmadığının tespiti
üzerine İçişleri Bakanıyla da görüşülerek, onun talimatı ile Genel Müdürlük ile
temas kurulup, daha geniş imkânlarla araştırma yapılmak üzere 29.8.1996 günü
akşamı bir tutanakla beş kişi, Genel Müdürlükten görevlendirilen ekibe teslim
edildiklerini, Yazıcıoğlu’nun, bunlar Ankaraya gönderildikten sonraki günlerde
yapılan araştırmalara göre, elde edilen bazı karineler ve işaretlerin bu öldürme
fiilini bunların yaptığı intibaını verdiğini ifade ettiği,
Sayın Cumhurbaşkanının, Emniyet Müdürüne, gözetim altına aldığını şahısların
yazılı ifadelerini aldınız mı? bu sorguya, karşılıklı görüşmeyle ilgili bant
kayıt, bu şekilde bir kayıt var mı? sorularının, Yazıcıoğlunun alınmış yazılı
ifade olmadığı, bant, kaset bulunmadığını kesin bir dille Cumhurbaşkanına ifade
ettiğini, Cumhurbaşkanı’nında, hiçbir zaman Devlet suç işledi olmaz, hangi şahıs
suç işledi ise Devlet onun yakasına yapışmalı , bunlara Devlet karşı çıkar
şeklinde beyanda bulunarak; her türlü imkân kullanılacak, gayret sarf edilecek
ve Devletin şüphelerden, şaibelerden arındırılıp temize çıkarılmasını”
istediğini, talimat olarak verdiğini,
Olay günü yine bir telefon ihbarıyla, 23.30’da Yeniköy Karakol Amirliği ve
Taneceviz Sokağında bir otoya seri şekilde silahla ateş edildiğinin
bildirildiğini, ekibin bahse konu yere gittiğinde, çalışır vaziyette 34 BTG 96
plakalı BMW oto içinde Ömer Lütfü Topal’ın cesediyle karşılaşıldığını, maktülün
incelemelerinin yapıldığını, otonun arkasından 20 metre uzaklıktan atılmış 7.61
mm çaplı kalaşinkof marka iki tüfek bulunduğunu, tüfeklerden birinde, üzerine
takılı vaziyette koli bandı ile sarılmış bir adet şarjör olduğunu tüfeğin
şarjöründeki koli bandı yapışkan iç yüzeyinden mukayese edilir nitelikte parmak
izi tesbiti yapıldığını, bu tesbitin Bekletme Fişine yapıştırıldığını, o orada
dururken 5 Aralık günü Sabah Gazetesinde çıkan Abdullah Çatlı’nın Şahin Ekli
adını kullandığına dair bir haber üzerine ki o tarihte Emniyet Müdürününde
görevinden uzaklaştırılmış olduğunu, kendisinin bilgisi dahilinde arşiv
araştırması yapıldığını, 26.2.1992 tarihinde yurtdışına çıkarken Şahin Ekli
adına düzenlenmiş sahte pasaportla yakalandığına ilişkin kaydı bulduklarını, o
tarihte parmak izinin on parmak olarak alınıp, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığına
sanığın sevk edildiğini, Savcılığın tahkikat açmasına karşın suç niteliği
sebebiyle sanığın serbest bırakıldığını,
Abdullah Çatlı’nın diğer parmak izlerinin de kayıtlardan çıkarılarak tüm parmak
izleri karşılaştırmasında bütün izler arasından tam bir uygunluk sağlandığını
tesbit edildiğini, 1977 yılında Abdullah Çatlı’nın 6136 sayılı kanununa
muhalefet, polise ateş etmek suçlarından Balıkesir Edremit’te de alınmış parmak
izleri bulunduğunu,
Abdullah Çatlı’nın Interpol tarafından alınan parmak izleriyle, Türkiye’de
tesbit edilen parmak izleri arasında bir uyum tesbitinin yapılıp yapılmadığını
bilmediğini, koli bandı dışında parmak izi tesbit edilmemiş olduğunu, sağ orta
yarım parmak izinden başka parmak izi bulunamadığını, diğerlerinin eldivenli
olduğunun söylendiğini,
Emniyet Müdürünün Cumhurbaşkanı ile görüşmeyi kendisinin talep ettiğini,
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve İçişleri Bakanının İstanbul Valisinden bu olayla
ilgili bilgi talep etmediklerini,
Emniyet Müdürünün kendisine herhangibir band olmadığını söylediğini,
Cumhurbaşkanından destek alarak, yetki almak amacıyla görüşme oldu ifadesinin
Cumhuriyet Savcılarının niyabeten Emniyet güvenlik kuvvetlerinin adli bir
araştırma yapmasında hukuken bir aksaklık bulunmadığını, bu yetkilerinin
kullanılmasını adli yada idari mercilerden kaynaklanan bir engel bulunmadığını,
parmak izinin yüzde yüz hiç değişmesi mümkün olmayan bir delil olduğunu,
sonrasınında bağımsız Türk Adliyesine ait olduğunu,
Kendisinin de kişilerin Emniyet Genel Müdürlüğüne tesliminden sonra haberinin
olduğunu, neden bilgi verilmediğini ilgililerden sorduğunda, bunların memur
olması nedeniyle hassas bir konu olduğunu, bir ihbar üzerine işlem yapıldığını,
maddi delil elde edilmesi halinde zaten Sarıyer Savcılığına verileceklerini ve
aynı anda da Vilayete bildireceklerini söylediklerini,
İstanbul’da bugün 25 tane talih oyunları oynanan salonlar bulunduğunu, İçişleri
Bakanlığının yazdıkları yazıdan sonra İstanbul Valiliği olarak resmi Gazete’de
yayınlanan 1 Ekim tarihli bir tebliğ, ilan, yasaklama kararı çırkarttıklarını,
şimdiden sonra yeni düzenleme yapılıncaya kadar bu yerlere Türk vatandaşlarının
alınmasının yasaklandığını, Türklerin alınması halinde Polis Vazife ve Selahiyet
Kanununun ilgili maddelerinin uygulanacağını, yani kapatılabileceğini gerekçeli
bir yazıyla Resmi Gazete’de yayınlatıp, bu uygulama çeşitli ikazlarımızdan sonra
muhtelif şekilde çok kapatma kararı şahsen uygulamaya başladığını, idare
mahkemesinin bir süre sonra bu tebliğ için yürütmeyi durdurma kararı verdiğini,
o zaman tebliğin geçerliliğinin kalmadığını, böylece de oyun salonları eski
durumuna dönmüş olduğunu, yargı kararına uymaktan başka yapacağı bir şey
olmadığını,
İstanbul Emniyet Müdürü iken Bursa Valiliğine atanan Orhan Taşanların, bu atama
üzerine verdiği “beni kumarhaneler mafyası buraya tayin ettirdi” şeklindeki
beyanı konusunda da, kumarhaneler için aldığı tedbirler nedeniyle hiçbir güçlük
ya da zorlukla karşılaşmadığını, pekçok büyük oteli kapatmasına karşılık, konuya
ilişkin bir ricacının bile kendisine gelmediğini, görevin yapılması halinde bir
şey olmayacağı kanaatinde olduğunu, Devletten güçlü kimsenin bulunmadığını,
Bursa İl’ine Vali olarak atanmanında bir terfi olduğunu belirtmiştir.(Ek:184)
12- Ahmet BAYDAR 22.01.1997 tarihli ifadesinde; Yozgat Milletvekili
Ahmet Baydar’ın torunu olduğunu, ondan öncede Belediye Başkanlığı yaptığını,
Binbaşı Halil Baydar’ın tüccar olduğunu ceviz tomruğu yaptığını,
Uzun yıllar kendisinin Perşembe pazarında demir-çelik ithalatı yaptığını, 1980
yılında iş hayatına atıldığını, 1985 yılına kadar demir çelik ticareti
yaptığını, Türkiye’de üretim sıkıntısı doğ da dünya pazarlarından ithalat
yaptıklarını, sık sık döviz dalgalanması sebebiyle kazandığı yada kaybettiği
dönemler olduğunu, pamuk balya çemberi üreterek sanayicilik yaptığını, bu
üretimlerinin 8-10 yıl sürdüğünü,
İki ikibuçuk yıl önce burada bir arkadaşı ile otururken yanlarındaki masada
bulunan kişilerin anlattığı bir fıkra nedeniyle tanıştıklarını, birbirlerine
kartlarını verdiklerini ve daha sonrada Mehmet Özbay isimli bu kişinin ofisine
geldiğini, bu karşılaşmanın İstanbul’da olduğunu, sözkonusu yerin adının Zeytin
Sardunya olduğunu, kendisine tekstil ihracaatı yaptığını söylediğini, Arzu hanım
isminde bir kişi ile beraberliği olduğunu, onun kızkardeşinin de izmir’de
yaşayıp, zaman zaman İstanbul’a geldiğini, bu gelişlerinden birisinde Gonca
hanımın, Mehmet Bey’le tanıştıklarını, bir müddet sonrada arkadaşlık yapmaya
başladıklarını,
Baysa şirketini Ant Güven Sazak karısı Slvia Sazak, kendisi, Mine Baydar ve oğlu
Alper Baydar ile birlikte 1992 yılında kendisinin kurduğunu, 1995 yılında
ortaklıktan ayrılma kararı aldıklarını yönetim kurulunda enaz 3 kişi olması
gerektiğinden kendisi dışında ikinci kişi olarak 16 yıldır yanında çalışan Fehmi
Tarım’a yönetim kurulu üyeliği verdiğini, o sırada Mehmet Beyin orada
oturduğunu, üçüncü kişi olarak kimi yapalım diye kendi kendilerine düşünürken,
onun ben olabilirim dediğini, bu nedenle de yönetim kurulu üyesi olduğunu, ancak
başsanın % 100 hamiline hisse senetlerinin kendisine ait olduğunu, şirketin
alanının inşaat, petrol, dış ticaret, ithalat, ihracat gibi çok geniş olduğunu,
Baysaş’ın tek yaptığı işin Botaş’taki sılaç (petrol çamuru) sanayie verilmesi ve
çamurun bulunduğu yerin temizlenmesi işi, onun miktarının 22 bin ton olarak
hesap edildiğini 220 bin dolar, o zamanın parası ile 10 milyar lira olduğunu,
ancak 10 bin ton civarında bir çamur çıktığını,
Kendisinin baysa dışında Kursaç, Mersa kureks gibi şirketleride bulunduğunu
bunlar vasıtasıyla Demir, çelik, Amerika ve İtalyadan pirinç, Hindistan Sudan,
demir-çelik, romanya dan canlı hayvan, çimento görevinde Romanyadan çimento,
bulgaristandan demir-çelik, harb çıkmazdan öncesinde Yugoslavyadan demir-çelik
ithal ettiğini, bu tür işler yapan bir firma olduğunu,
1990, da dolar krizi sebebiyle büyük darbe aldıklarını, daha sonra şeker
ithalatında yine sıkıntıları doğduğunu, 5 nisan kararlarından sonra bankalarında
üzerlerine gelmeye başladığını, bu nedenle rahat çalışmak için, sıfır bir şirket
olarak 1992 yılında Baysayı kurduklarını,
Botaş’ın sılaç konusu ortaya çıkması petrol ile uğraşan iki eksperi, sılaçın
olduğu yere gönderdiğini, numuneler öldürdüğünü içine bazı kimyevi maddeler
katıldıktan sonra sanayi yakıtı olarak kullanılabileceğinin tespiti üzerine
sılaça talip olduklarını, kendilerinden önce teklif veren firmaların tonunun
1000 dolar verdiklerini, ihaleyi aldıkları tarihte Mehmet Beyin yönetim kurulu
üyesi olmadığını,
Kendilerinin İstanbul’da oturmaları sebebiyle iskenderuna sık sık gitmelerinin
zor olduğunu, bu nedenle Mehmet Beyin Turgay Maraşlı’yı orada çalışabilecek kişi
olarak tavsiye ettiğini, şirkete sigortalı olarak dahi alındıklarını, kar
ettiklerinde bir şey vereceklerini düşündüklerini, kendilerinin de Güven Tezerdi
isimli petrol içinden anlayan ancak güvenmedikleri bir kişiyi
görevlendirdiklerini, bu çocuğuda onun başına koyduklarını, daha sonra özellikle
çok kaba olması nedeniyle şikayetler almaya başladıklarını, hatta Botaşta
çalışanlardan da şikayetler geldiğini, daha sonra da Mehmet Beyin kendisini
uyardığını ve o kişinin şirketin parasını çaldığını söylediğini yaptıkları
tespitle şirkete ait parayı çaldığını tespit ettiklerini, 5 liraya sattığı malı
3 lira gösterdiğini, kendi evine ve ailesine pek çok harcama yaptığını ve Toyota
marka araba olduğunu, bu suretle 5-6 milyar lira içeri attığını, bunun üzerine
Turgay Maraşlının işine son verdiklerini ve kovduklarını, bu konuda Botaş
şirketinede bu şahsın şirket ile ilgisinin kalmadığını yazı ile bildirdiğini,
5-6 ay süreyle kendileriyle çalıştığını, Turgay Maraşlı’yı hiç tanımadığını, bir
gittiğinde Ukraynalı bir eşi olduğunu gördüğünü,
Mehmet Özbay’ı yönetim kurulu üyesi olarak, genel kurulda görülebileceğini ancak
ne çekte, ne faturada ne de anlaşmada hiçbir imzasının ve yetkisinin
bulunmadığını,
Mehmet Özbay’ın kaabiliyetli bir yanını göremediğini, ya da anlayamadığını,
ticari yönde pek fazla bir bilgisinin bulunmadığını, parasal tıkanmaları
olduğunda, Mehmet’ten borç istediğini, ancak onunda yemin ederek yok dediğini,
bulamam dediğini, hatta 150-200 milyon istediğinde de yok dediğini ondan sonrada
sıkıntı geçene kadar kendisini hiç aramadığını,
Mehmet Özbay’da duran telefonun kendisine ait telefon olmadığını Botaş işi için
alınan 3-4 telefondan birisinin şirkete getirildiğini ancak bundan daha sonra
haberi olduğunu, Botaş’ın içinde tankların ve havuzların olduğunu, aralarında
çok mesafe bulunduğunu, kamyoun kantara gidip tartıldığını, sonra satış için
gittiğini, telefonlarında bu işlerde haberleşme için kullanıldığını, Mehmet
Özbay’daki telefonun İskenderun’da çalışan Ali ismindeki bir çocuğun adama
kayıtlı olduğunu,
Botaş işinden zarar ettiğini halen 15 milyar lira borcu bulunduğunu,
Mehmet Hadi Özcan’ı tanıdığını Botaş’ta sılaç olduğunu söyleyen adamın o
olduğunu, Bulgaristan ve Romanya’da iş yaptığı kişilerin kendisi ve ellerinde
gazoil adetif olduğunu ithal edip etmeyeceğini sorduklarını, sılaçın sanayii
artığı yapılması için gerekli maddelerden olduğu için bu malzemeden de almaları
gerektiğini, bunun İzmit’e geleceğini değerlendirdiklerini, Mehmet Özbayın o
zaman deposu olan bir tanıdığının İzmit te olduğunu, adamın Hadi Özcan olduğunu,
söylediğini, ramazan günü onun yanına gittiklerini, depoyu, tankları alemdar
kimya gibi bir yerden kiralayabileceklerini söylediğini, bu suretle
tanıştıklarını, ancak onunla daha sonrasında ilişkilerini devam etmediğini,
bilahare bu adamın işin % 50 atağı olduğunu sağda solda söylediğini duyduğunu,
İhale aşamasında 3 firma olduklarını, diğer iki firma 100 lira gibi rakamlar
verirken kendilerinin 10 dolar verdiklerini,
Korkut Eken’i tanımadığını, İbrahim Şahin’i tanımadığını, Mehmet Özbay ile
onları birlikte görmediğini, Botaş’ta kendilerine yardımı olan kimse
bulunmadığını,
Şemsettin isimli bir şahsın bu iş için talip olduğunu ve bin lira teklif
verdiğini, kendilerinin ihaleyi alması üzerine bu şahsın Enerji Bakanlığı
Müsteşarının çıktıklarını, sonra yeniden ihale edildiğini, ihalede 800 dolar
fiyat verildiğini, tankların içindeki suyu hesap etmediklerini, bu sebepten
düşük fiyat verdiklerini, taşeronluk yapmak istediklerini söylediklerini, arena
programına çıkan adamın bu olduğunu, çok konuşan ve yalan söyleyen bir adam
olduğunu, Botaş kayıtlarında bu malın, 22 bin yüzde 30 30 bin falan gözüktüğünü
ama malın 20 bin tonu ve 10 bin tonu mal neden bu kadar bu işe asıldığını
anlamadığını, yıllarca bu adamın pompalarla hortumlarla sılaş denen çökeltiyi bu
tanka topladığını, 715 nolu tank, belkide adam 30 bin ton topladığı gibi
gösterdiğini, Güney Makine isimli firmanın
Ömer Lütfü Topal’ı tanımadığını hiç yerine gitmediğini, Haluk Kırcının hiç
gelmediğini, tanımadığını, şirketlerine hiç tıbbi malzeme satmadığını,
Abdullah Çatlının Susurluk olayındaki ölümünden sonra cenazesinin alınmasına
gitmediğini, bir gün sonra Gonca Hanımın cenazesini erkek kardeşi ile birlikte
aldığını, teşhis edenlerinde kardeşleri olduğunu,
Abdullah Çatlı’nın İstanbul’da evine 1-2 kez gittiğini, Meral Çatlı ve
çocuklarını tanıdığını,
Kürşat Yılmaz’ın adını gazetelerden duyduğunu, hiç karşılaşmadığını,
Bilal Atik’in bir defa ofislerine geldiğini, çok komis bir rakam teklif
ettiğini, maliyetin altında,
Şahin Tekdemir, Turan Gedikli Sultan Nakkış’ı hiç tanımadığını,
Alper Tekdemir’i Hadi Özcan’ın yanında gördüğünü, sonradan polis olduğunu
öğrendiğini,
Abdullah Çatlı’ya karısının bile Mehmet diye hitap ettiğini kandırılmış
olabileceğini, hatta kızının kendisinin bir arkadaşına sorusu üzerine Abdullah
Çatlı’yı sevmediğini, adını Mehmet olarak yalan söylediğini, senin isminde mi?
değişik diye kendisine sorduğunu, üzüldüğünü,
Abdullah Çatlı’nın inşaat, dış ticaret gibi bir şirketi olduğunu bilmediğini,
sadece sultan Tekstili bildiğini,
Zarar etmeye başlayınca, kağıt üstünde kopmalar olması da işten kopmalar
başladığını,
And Güven Sazak’ın Kursaş’ta üyeliğinin olduğunu, ayrılma kararı alındığını,
ancak genel kurulun yapılmadığını, o şirketlerin problemleri olduğunu, borçları
olduğunu onların ödenmemiş olduğunu, onun için de tam ayrılmamış olduklarını,
Abdullah Us’u tanımadığı,
Basının olayları topluma yanlış aktarmasından dolayı çok sıkıntı çektiğini,
Fransada hapiste kaldığına ilişkin bir duyumu olmadığını, bu işlerden
hoşlanmayan bir yapısı olduğunu,
Mehmet Beyin, fatura almak için kullanılan fatura kartından, şirketleri
aldığını, otelde kaldığını, bunları tespit ve masraftan düşmek üzere satın
almayı düşündüğünü Başsa adını alıp alamayacağını sorduğunu, kendisininde de
alsa da birşey ifade etmeyeceğini söylediğini, onun aldığını daha sonra da
kendisi için yeni fatura kartı bastırıp verdiklerini,
Sami Hoştan’ı tanımadığını, bir defa yemekten çıkıp, gazinoya gittiklerini, Arzu
Hanım’ın küçük bir oyun oynadığını, birbirlerini Mehmet Bey ile Sami Beyin
sadece tanıdıklarını ancak samimi bir hava hissetmediğini 15-20 dakika
oturduktan sonra gazinodan ayrıldıklarını,
Genelde Mehmet Bey, Arzu Hanım, Gonca Hanım ve kendisinin birlikte yemeğe
gittiklerini, gezdiklerini, Mehmet Beyin sırdaşı ya da dert ortağı falan
olmadığını, kendi cep telefonunu Savcı Bey’ede verdiğini, cep telefonu, araç
telefonu, şirket telefonu ve ev telefonunu hiçbirini değiştirmediğini, telefon
arama listesinden kendisini kaç defa aradığının, kendisininde onu kaç defa
aradığının tespit edilmesini istediğini belirtmiştir.(Ek:185)
13- Ekrem MARAKOĞLU 30.01.1997 tarihli ifadesinde; Kendisinin Ömer
Lütfi Topal’ı, 1964 yılında avukatlığa ilk başladığı zamanlarda bitirimhane
tabir edilen bir kumarhane işletmecisi olarak müşterek tanıdıkları kanalıyla
tanıdığını, o zamanın yeraltı dünyasının kaçakçılık-kabadayılık-kumarhanecilik
temeli üzerine kurulu bulunduğunu,
Ömer Lütfi Topal’ın 1978 yılında uyuşturucu kaçakcılığı suçlamasıyla
tutuklanması olayında kendisinin hukuki çabalarına rağmen Ömer Lütfi Topal’ın
Amerika’ya gönderildiğini; 1985 yılında tahliyesini takiben Türkiye’ye
geldiğinde yeraltı dünyasının temel felsefesinin de iktisadi kabadayılığa
ihale-arazi- tahsilat üçgenine dönüşmüş bulunduğunu,
Kumarhaneciliğe tekrar başlayan Ömer Lütfi Topal’ın bir cinayet olayından hapise
düştüğünü ancak meşru müdafa ve genel affın yardımıyla 50-55 gün sonra çıktığını
ve sabıka kaydının oluşmadığını,
Ömer Lütfi Topal’ın casino işletmeciliğine 1991 yılında Adana Seyhan otellerinin
casinolarını alarak başladığını, kendisininde emperyal Şirketleriyle ilişkisinin
1993 Martında Alanya da meydana gelen ölümlü bir avukatın malzeme takibiyle
başladığını, 1994 yılının sonlarında şirketin vekaletini de aldığını,
1994 Aralığındaki Akgün Otel Bülent Fırat cinayetinde, Ömer Lütfi Topal’ın
casinolarını kumarhane geleneği yöntemi ile çalıştırdığını farkettiğini; bu
yöntem içinde kullanılıp atılmış insanların Mart 1996 tarihindeki Hikmet Babataş
cinayetinden sonra kendisine Ömer Lütfi Topal’ın da hayatının tehlike altında
olduğunu hissettirdiklerini ancak Ömer Lütfi Topal’ın bunu ciddiye almadığı,
Ömer Lütfi Topal’ın ölümünden sonra aynı marka ve benzer plakalı arabasıyla olay
mahalline endişe içinde giderken hiçbir polis arabasına ve çevirmeye
rastlamadığını, olaydan sonra şirket yöneticileriyle yaptıkları toplantılarda
olayın failleri olarak akıllarına Hikmet Babataş’ın yakınları, Dev-Yol ya da bir
başka azmettirici kişinin geldiğini,
Kendisinin olayın faillerinin ortaya çıkarılması için çabalamasına rağmen Ömer
Lütfi Topal’ın ailesinin kendisine ve sorgulamasına karşı bir duvar ördüklerini,
bunun nedeninin de Kuşadasındaki Casino Müdürünün karıştığı bir cinayet
sonrasında, bu müdürün Kuşadası emniyetine güvenlikli bir şekilde teslim
edilmesi sırasında Ömer Lütfi Topal kanalıyla tanıdığı özel harekatçı Ercan
Ersoy ile olan ilişkisinin olabileceği,
Ali Fevzi Bir, Sami Hoştan gibi kişileri Emperyal grubu bünyesinde çalışmaya
başladıktan sonra tanıdığını ve Sami Hoştan’dan, Abdullah Çatlı’nın ara sıra
yanlarına geldiğini duyduğunu, yine bu şekilde Ömer Lütfi Topal’ın Kıbrıs’ta
bulunduğu bir sırada Abdullah Çatlı’nın da orada Ömer Lütfi Topal ile
görüştüğünü duyduğunu,
Ömer Lütfi Topal cinayetinde, Emperyal şirketler grubunu çok büyük zarara
sokacak bir maddi ihtilafın olması gerektiğini, ancak ailenin kendisine karşı
uzak durması nedeniyle sadece duyumlara dayanarak bazı öngörülerde
bulunabildiğini, örneğin, Ömer Lütfi Topal’ın ölmeden bir gün önce İspanya’dan
arayan İsmail Tank adlı birisiyle adet-i hilafına rağmen çok uzun ve sert bir
tartışma yaptığını, geçmişte İspanya’da uyuşturucu kaçakçılığından hapis yatmış
bulunan Giresunlu bu adamın Ömer Lütfi Topal ile geçmişe dayalı çok özel bir
hukuklarının bulunduğunu ama ailenin bu konuları saklamaya çalıştığını,
Mehmet Ağar ile Ömer Lütfi Topal’ın ilişkilerinin, 1986 da Mehmet Ağar’ın Ömer
Lütfi Topal ile Alattin Çakıcı’nın ortaklaşa çalıştırdıkları klubü
kapattırmasından ibaret olduğu, çeşitli vesilelerle örneğin Necati Kurmel
kanalıyla Mehmet Ağar İçişleri Bakanı iken Ömer Lütfi Topal’ın tanışma
çabalarına karşı Mehmet Ağar’ın uzak durduğu, ancak ısrarlar karşısında “Dilkum
sitesinde karşılaşırsak bir merhabalaşırız herhangi bir sorunumuz yok” ifadesini
duyduğunu,
Hüseyin Kocadağ ile Ömer Lütfi Topal’ın ilişkilerinin ise çok daha yakın
olduğunu, zaman zaman İbrahim Polat’ın da ortak olduğu Polat otelinin
casinosunda sık sık beraberce oturduklarını, 1994 yılındaki Akgün oteli
cinayetinden sonra araya bir soğukluk girdiğini, Ömer Lütfi Topal’ın
öldürülmesinden bir ay önce Celal Doğan’ın kendisine Fenerbahçe Klubünün
yöneticilerinden Hüseyin Kocadağ’ı yolladığını, kendisinin de bunu ömer Lütfi
Topal’a haber verdiğini, bu toplantının DGM ile de ilgisi bulunduğunu çünkü
teypten yazıya döktüğü yazılı ifadesini DGM ne de verdiğini, konunun da
Gaziantepli bir kaç işadamının G.T.O. başkanının adı arkasına sıklanarak kumar
borçlarının hafifletilmesi yönünde bir ricadan ibaret olduğunu ancak konunun
basına daha değişik şekilde yansıtıldığını, Hüseyin Kocadağ’ın sanki köşke
(Cumhurbaşkanlığı) yakın birisi tarafından görevlendirilmiş ve o kişi de bu işin
halledilmesini istiyormuş gibi bir intiba uyandırmaya çalıştığını, bütün bu
konuların da kendi mantığı açısından ve tarih bakımından Ömer Lütfi Topal’ın da
dahil edildiği söylenen 58 kişilik liste ile ilişkili olması gerektiğini,
Ömer Lütfi Topal’ın haraç anlamında birilerine hiçbir şey almadan para verecek
bir yapısı olmadığını böyle bir işi ancak çok büyük ir baskı karşısında
yapabileceğini,
Kendisinin 1994 Haziranında Ömer Lütfi Topal ile birlikte Müdüriyet odasındayken
VIP salonu monitöründen Necdet Menzir ile Hüseyin Kocadağ’ı gördüğünü, bütün
casinolarda video kayıt sistemine bağlı kameraların bulunduğunu, bunun herhangi
bir itiraz durumunda kullanıldığını; ancak Murat Topal tarafından bu kasetlerden
birisinin fotoğraflandığı ve bu fotoğraflardan birinin Hüseyin Kocadağ’a
gösterildiğini, sonraki konuşmalarında Hüseyin Kocadağ’ın bu konudan ne kadar
rahatsız olduğunu belirttiğini ve genelde Klasis’e giden Necdet Menzir’i sanki
kendisi şantaj yapmak istermişçesine oraya özellikle götürdüğü gibi bir durumun
ortaya çıktığını, ancak resmin kritik dönemlerde dahi ortaya çıkmamasının
kendisine bir güvence verdiğini söylediğini,
Ömer Lütfi Topal’ı öldürenler ve azmettirenler arasındakti ihtilafın ve Kemal
Yazıcıoğlunun aldığı ihbarın netleştirilmesinin art olduğunu,
Ömer Lütfi Topal bir yerlere 10 milyon 17 milyon dolar gibi bir para gönderdiyse
bunu şirket yetkililerinin, ölümünden sonra da ailesi ve yakınlarının bilmesi
gerektiğini,
Kendisinin “Ömer Lütfi Topal Ankara’ya gittim ismimi listeden sildirdim”
beyanının ise cinayetten onbeş gün önce Alanya Seven Seas tatil köyünde bir
yemekte Ömer Lütfi Topal’dan şahsen duyduklarına dayandığını,
Bu tür konularda Ömer Lütfi Topal’ın dostalıran ve yakınlarına başvurulması
gerektiğini, örneğin 1989 yılına kadar en yakın dostunun halen İspanya’da
bulunan Nail Akdeniz olduğu, bu tarihten soraki en yakınlarının şirketinin Genel
Müdürü, gazinolarının genel müdürü ve Ünit Utku gibi kişiler olduğunu,
Ömer Lütfi Topal’ın ağzından Sami Hoştan ile Sedat Bucak’ın tanıştıklarını ve
görüştüklerini duyduğunu,
Ömer Lütfi Topal’ın Türkmenistan da yaptığı yatırımlar nedeniyle kurduğu
ilişkiler kanalıyla Diplomatik Türkmenistan Pasaportu almış olabileceğini, yine
İsrailli ortağından da bazı bilgilerin alınabileceğini,
Bir yandan mütevekkil, bir yandan da o dünyanın şartlarından kaynaklanan kuşkulu
bir yaşam tarzına sahip olan Ömer Lütfi Topal’ın nasıl bir koruma ve güvenlik
sistemine sahip olduğu sorusuna cevaben; daha çok yeraltı dünyasının
geleneklerine dayanan, emekli emniyet mensupları ve fiziken güçlü insan
kaynaklarını ve ruhsatsız silahları kullanan ve özellikle başlangıç safhasında
bizim gazinolarımızda herhangi bir olay olmasın diye çok aşırı tepkiler gösteren
bir güvenlik sistemi kurulduğunu, bu sisteminde rakipler tarafından çok rahat
bilinebileceğini ve içerden de destek alınabileceğini,
Ömer Lütfi Topal’ın vefatından sonra ilk eşini başsağlığı dilemek için ziyaret
ettiklerinde tesadüfen televizyonda Susurlukla ilgili haberler geçtiğinde ilk
eşinin “kanı yerde kalmadı” ifadesi üzerine kendisinin “Peki Sami’den, Aliço’dan
bir şüphe veya endişeniz var mı?” sorusuna cevaben de “Ama, Özer Çiller’den
şüphe ediyorum.” dediğini, ancak kendisinin Sami Hoştan ile merhabalaştığını
bildiklerinden bilerek de kendisine böyle denilmiş olabileceğini, zaten
kendisinin daha önceden Ömer Lütfi Topal veya çevresinin ağzından buna yönelik
başka bir şey duymuş olmadığını,
Ömer Lütfi Topal’a ait otellerin özellikle bayram tatillerine ilişkin misafir
listelerinde çok sayıda yargı mensubuna rastlanabileceğini yine aynı şekilde
Tepebaşı Emperyal de sırf yargı mensuplarının yemek ve aynı ihtiyacını
karşılayan bir lokal oluşturulduğunu,
Ali Fevzi Bir ve Sami Hoştan’ın 3 özel tim mensubuyla beraber İstanbul da
gözetim altına alındıktan sonra Ankara’da serbest bırakılmalarını takiben
kendisinin istaanbul’da Sami Hoştan ile görüştüğünü ve hakkında gıyabi tutuklama
kararı çıkarana kadar da işinin başında olduğunu duyduğunu ve gıyabi tutuklama
kararını takiben ortadan kaybolduğunu,
Ömer Lütfi Topal’ın kendisine Bodrum olayında Ercan Ersoy’u yolladığına göre
diğer özel tim görevlilerini de tanıyıp tanımadığı sorusuna cevaben herhangi bir
bilgisi bulunmadığını,
Ömer Lütfi Topal ile Cavit Çağlar arasında herhangi bir çekişme bulunmadığını,
Cavit Çağlar’ın bir başkasından alacağını alamadığı için bu alacağı Ömer Lütfi
Topal’dan istediğinin söylenildiğini,
Ömer Lütfi Topal’ın Hüseyin Kocadağ ile görüşmediğini ve hatta Hüseyin
Kocadağ’ın geçmişte böyle bir taleple geldiğinde görevlinin “sizin buraya
girmeniz istenmiyor” ifadesinde bulunduğunu bunun da arkasında geçmişte Ömer
Lütfi Topal Mehmet Özcan ihtilafında Alevi olması sebebiyle Hüseyin Kocadağ’ın
Ömer Lütfi Topal’a karşı Mehmet Özcan’ı tutmasının olabileceğini,
Kendisinin Cavit Çağlar veya Necdet Menzir ile herhangi bir çekişmesi veya
ilişkisinin olmadığı, dışarıda spekülasyon konusu yapılmak istenen kameraların
normal sistemi içerisinde çekilmiş kaseti herhangi bir yanlışlığa sebebiyet
vermemek için şahsen aldığını ve bir resmin yırtılarak imha edildiğini ancak
kendisinde bir kaset ve birkaç fotoğrafın halen mevcut bulunduğunu, bunları
tutmasının amacının da kendisini korumak olduğunu, esasen bunların imha
edilmesini istediğini,
Belçika’da iki Amerika’da beş sene olmak üzere toplam yedi yıl hapiste yatan
Ömer Lütfi Topal’ın yeniliklere açık bir insan olarak bu senelerde kendisini
yetiştirdiğini ancak kontrolsüzlükle başlayan gazino olayında başlangıçta Turizm
Bakanlığının herhangi bir düzenlemesinin olmayışının düzeni tamamen bozduğunu,
esasen gazinoların kara para aklamak için uygun bir yer olmadığını, kar
oranlarının da uyuşturucu işine göre çok daha iyi olması sebebiyle hiç bir
gazino işletmecinin uyuşturucu işine girmeyeceğini,
HAVAŞ’ı almak için Ömer Lütfi Topal’ın her türlü organizasyonu yapmasına ve
parası da var iken alamamasına hatta diskalifiye edilmesine karşı tutumunun ne
olduğu sorusunu cevaben, Ömer Lütfi Topal’ın herhangi bir itirazda bulunmadığı
bu konudaki bilgilerin şirketten alınabileceği emniyetten-istihbarattan gelen
uyarılar hakkında bir bilgisinin bulunmadığını,
Sedat demir’in İstanbul Asayiş Şube Müdürü olmasından sonra Nihat Mete aracılığı
ile Ömer Lütfi Topal’dan Akgün otel cinayeti sanığı Çetin Gencer’in bulunmasını
istediği böylelikle İstanbul’da hiçbir faili mechul cinayetin kalmayacağının
söylenmesiyle, kendisinin İstanbul’da dünya kadar faili meçhul cinayet olduğunu
bilerek, kardeşi vasıtası ile Çetin Gencer’i buldurarak Fatih Cumhuriyet
Savcılığına teslim ettiğini,
Ömer Lütfi Topal’ın Kıbrıs’taki Jasmine Cavit oteli yatırımları, İsrailli ortağı
ve Kıbrıs Türk Hava Yollarının özelleştirilmesi konularında kendisinin
bilgisinin olmadığını aileden saygı gördüğünü ancak kendisine bilgi
verilmediğini,
Şüpheli konularda bilgi edinilmesi için şirketin yöneticilerinin ve aileden bazı
kişilerin bir bütün olarak ele alınıp dinlenmeleri gerektiğini, kendisinin Ömer
Lütfi Topal’ın ve Emperyalin ceza davaları ile ilgilendiğini, Ömer Lütfi
Topal’ın kiminde arandığı, kiminde gıyabi tutuklama kararı bulunan davalarının
sürdüğünü, bunlara rağmen istanbul’da işinin başında nasıl serbestçe bulunduğu
ve dolaştığının da İstanbul emniyetinden sorulması gerektiğini, Bodrum
tahkikatında istanbul savcılığına sonradan talimat yazılarak polisin devre dışı
bırakıldığını, Antalya’daki aramanın da polis aramasından savcılık aramasına
dönüştürüldüğünü,
Sami Hoştan ile Abdullah Çatlının tanışması ve Ömer Lütfi Topal’ı öldüren
silahta da Abdullah Çatlı’nın parmak izinin çıkmasına rağmen kendisinin
gözlemlerine göre Ömer Lütfi topal ile Sami Hoştan’ın arasında herhangi bir
itilaf bulunmadığını, zaten Sami Hoştan’ın olay esnasında Marmaris’te olduğunu,
ihtilafın Ömer Lütfi Topal’ın eşleri çevresinde mevcut bulunduğunu,
Olayın soruşturmasında savcının kendisinin ifadesine başvurmamasının yanında
kendisine olan tavrını da olumsuz bulduğunu,
Abdullah Çatlı’yı tanıyan Sami Hoştan’ın da kesinlikle bazı işlerinde onu veya
özel tim görevlilerini kullanmadığını, Ömer Lütfi Topal Abdullah Çatlı
buluşmasının arkasında küçük günlük olaylardan çok HAVAŞ gibi büyük benzer
olayların aranması gerektiğini belirtmiştir.(Ek:186)
14- Sedat BUCAK 21.01.1997 tarihli ifadesinde; 1960 Siverek doğumlu
olduğunu, siyasete 1991 yılındaki seçimlerde katıldığını, DEP
milletvekillerinin, özellikle Abdullah Öcalan’ın yanından gelen elçiler
vasıtasıyla kendisiyle görüşmek istediklerini, kendisiyle görüşerek “Biz,
Siverek’e, Urfa’ya örgüt olarak gireceği, yalnız tarafsız kalacaksınız, bize
karışmayacaksınız, devletin yanında yer almayacaksınız” demek istediklerini
bildiğini, devletiyle beraber olduğunu, Bekaa’dan gelen bazı insanlarla
görüşmelerinin çoğunu kasete aldığını ve bundan Ankara Emniyeti başta olmak
üzere o zamanki tüm devlet yetkililerine bilgi verdiğini, DEP’in kapatılması ve
milletvekillerinin çoğunun içeri alınmasında Devlet Güvenlik Mahkemelerine
verdiği ifadelerin büyük katkısının olabileceğini, 1993’te bunların kendine
karşı ve ailesine karşı bir tavır almak istediklerini ve Siverek’te örgütlü
eylemlerin başladığını, Siverek’te Anavatan Partisi İlçe Başkanı ve kardeşinin
katledildiğini, bazı köylülerin ve vatandaşların katledildiğini, Siverek
halkının bu olayları istemediğini, Siverek halkının tavır almasıyla beraber
örgütün orada çökertildiğini, halkla olan içtenliği ve devlete olan bağlılığı
nedeniyle kendisine karşı tavırlar olduğunu, kanunsuz bir iş yaptığı zaman
devletini çiğnemiş olacağını, İstanbul’a giderken Mehmet Özbay’ı aradığını,
Mehmet Özbay’ın Abdullah Çatlı olduğunu çok sonraları öğrendiğini, İstanbul’a
dinlenmeye gittiğini, Yalova’daki termale gittiklerini, o akşam yakın arkadaşı
Ali Aydınlıktan’ın oğlunun kafasına kurşun değdiğine dair haber aldıklarını,
durumunun kötü olduğunu öğrendiklerini, akşam bu durumu arkadaşlarına
söylediğini, İzmir’e gitmesi gerektiğini söylediğini, Mehmet Özbay’ın “bende
gelirim” dediğini, yola çıktıklarını, Ören’de veya Altaylar’da bir arsa ofisi
olduğunu, bu arsaya baktıktan sonra şoförünün gelip “Ağabey, Ali Abinin oğlu
vefat etmiş” dediğini onun üzerine hemen harekat ettiklerini, hastaneye
gittiklerini, fakat kimseyi bulamadıklarını, daha sonra evlerine gittiklerini,
taziyelerini bildirdikten sonra ayrıldıklarını, Princess’te yer ayırttıklarını,
otele gittiklerinde bir bayanın Mehmet Özbay’ın yanında oturduğunu, onunda
kendileriyle geldiğini, İzmir’e gelirken Kocadağ ile görüştüklerini, Kocadağ’a
İzmir’e gidiyorum dediğini, onunda “bilsem bende gelirdim” dediğini, daha sonra
uçakla yarın geleceğini söylediğini, ertesi sabah uyandıklarında Kocadağ ile
görüştüklerini ve onun geleceğini öğrendiklerini “beni aldırabilirmisiniz?”
dediğini, bunun üzerine yanındaki koruma polisi Ercan Bey’i (daha önce
Kocadağ’ın yanında çalışmış bir polis olan) Hüseyin Kocadağ ı arabayla almaya
gönderdiğini, koruma polislerinde ve şoförün de huzursuzluk gördüğünü, polis
Ercan’ın bir ara kendisini çağırıp huzursuz olduklarını ve takip edildiklerini
söylediğini, “İzmir’den hemen ayrılalım” dediklerini, Bunun üzerine Kuşadasına
gitmeye karar verdiklerini, o gün akşam üzeri çıktıklarını, Onura otel’de
kaldıklarını, ertesi gün de orada kaldıklarını, polislerde rahatsızlık ve
tedirginlik olduğunu görünce Ankara veya İstanbul’a gidelim dediğini, Hüseyin
Kocadağ’ın İstanbul’da işi olduğu için İstanbul’a gidip oradan Ankara’ya geçmeyi
düşündüklerini, o gün sabah en geç kendisinin kalktığını ve kahvaltısını yarım
bırakarak yola çıktıklarını, o bayan ile Mehmet Özbay’ın arabanın arkasında
oturduklarını, İzmir’i geçtikten sonra Kocadağ’ın çok süratli gittiğini
gördüğünü, arabanın ibresinin 230’u gösterdiğini, birşeyler söylediğini,
Kocadağ’ın kendisine dönüp birşeyler söylediğini ve güldüğünü, kendisininde
gülerek yolu görmemek için koltuğun ucuna doğru geldiğini, kaza’dan sonra
Ankara’da ancak arabasını televizyonda görünce, kaza yaptığının kesin olduğuna
emin olduğunu, arabada bulunan silahların İstanbul’a gelirken dahi olmadığını, o
silahlardan bilgisinin olmadığını, kendisinin arabada bulunan Sig Sauter silahı
olduğunu, onun dışında polislerinin hepsinin silahı olduğunu, eğer takip
ediliyorlarsa bu silahların kazadan sonra arabaya konulmuş olabileceğini,
diğerlerinin çantasında vardıysa silahların onların olabileceğini, arabada
söylenildiği gibi gizli bölme olmadığını, Mehmet Özbay’ın, köyüne 1 defa 1996
Kasım’ında geldiğini, 1993 yılı sonu veya 1994 yılı başında Siverek’e halka
güven verebilmek için gittiğini, Ankara’da babasının vefat etmesi üzerine
Siverek’e defnettiklerini ve taziyelerin 1,5-2 ay sürdüğünü bu arada yorgun
düştüklerini, 1994 ortası veya sonunda dinlenebilmek amacıyla Ankara’ya
geldiğini, daha sonra İstanbul’a gittiğini, İstanbul’da Mehmet Özbayı
tanıdığını, Abdullah Çatlı adıyla tanımadığını, kalabalık bir ortamda “siz,
Sedat Bucak’sınız” diyerek kendisiyle tanışmak istediğini söylediğini, orada
tahminen bir hafta kaldığını, Ankara’ya geldiğinde kendisini telefonla
aradığını, kendisinin tekrar Siverek’e döndüğünü, 1995’te geldiğini bir-iki defa
Mehmet Özbay’ın kendisini sorduğunu, Ankara’ya yılda 2 ya da 3 defa geldiğini,
kendisinin dışarıda bürosu olduğunu, bürosuna gelip, oturup, sohbet edip
gittiğini, bu insanla (Abdullah Çatlı) bir illegal ya da legal bir işinin, ya da
bağlantısının olmadığını, Çatlı nın kendisine ithalat-ihracat şirketi olduğunu
ve ticaretle uğraştığını söylediğini. Abdullah Çatlı ile Gonca Us arasında bir
gönül ilişkisi olduğunu varsaydığını, hanımıyla bir-iki defa görüştüğünü, ailece
İstanbul’da oldukları bir zamanda Çatlı’nın ailesini alarak bir-iki defa
yanlarına geldiğini, hatta bir keresinin de bir düğünde olabileceğini, Mehmet
Özbay ile Kocadağ’ın kendi yanında tanıştıklarını varsaydığını, kendinden önce
tanıyıp tanımadığını bilmediğini, Hüseyin Kocadağ ile her zaman görüştüklerini,
Mehmet Özbay’ı vatansever biri olarak tanıdığını, konuşmalarının hep bu yönde
olduğunu, Hüseyin Kocadağ ın 1980 ihtilalinden hemen sonra Siverek’e emniyet
amiri olarak verildiğini, sonra tahminen Ankara’da Özel Harekatın kurulma
aşamasında Ankara’ya geldiğini, Siverek’te de Ankara’da da görüştüklerini,
Diyarbakır Özel Harekat Şube Müdürlüğü yaptığı sıralarda da görüştüklerini,
kendisinin bu sıralarda Siverek’i tanımasından dolayı arada bir geldiğini,
babasıyla Hüseyin Kocadağ’ın ilişkilerinin çok samimi olduğunu, babasından sonra
bu ilişkiyi kendisinin sürdürmek istediğini, Bucak Aşireti olarak varsayılan
topluluğun 40, 50 veya 60 aileden oluştuğunu, Siverek’te 70’i geçici olmak üzere
430 korucu olduğunu bildiğini, Fatih Bucak’ın amcaoğlu olduğunu, Ankara’da
oturduğunu, şu anda inşaat şirketi kurduğunu bildiğini, aralarında kopukluklar
olduğunu, korumalarını istemesi konusunda; Koruma Şube Müdürlüğünün kendilerini
atadığını ve koruma vereceklerini söylediklerini, kendisinin ise koruma
istemediğini, daha sonra aradıklarında “siz isim verebilirseniz de olur”
denildiğini, bu korumaların Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin’in
korumaları olduğunu, İbrahim Şahin’le PKK’ya karşı tavır ortaya koymak için
Emniyet Genel Müdürü, Paşalar, 7. Kolordu Komutanı geldiğinde Özel Harekat Daire
Başkanı olarak geldiği sırada konuştuğunu, daha sonra birbirlerini aradıklarını,
İbrahim Şahin’in doğuya gittiği zaman, özellikle Siverek güzergahını seçtiğini
ve misafiri olduğunu Polis Ercan’a “bana koruma verilmek isteniyor, korumalık
yaparmısınız?” diye sorduğunu, onun da “benim bir arkadaşlarla görüşmem gerekir”
dediğini, daha sonra “evet” cevabının geldiğini bunların 5 kişi olduğunu, oysa 6
koruma verilmek istendiğini, 6’ncının da bu beş koruma tarafından önerildiğini
adının da Mustafa olduğunu, Bakan Mehmet Ağar’a bunların verilmesi için
yazdığını ve kabul edildiğini, hatta çok zaman sonra verildiğini, Ömer Lütfi
Topal cinayetinden daha sonra korumalığını yapan polislerin gözaltına
alınmasından sonra İstanbul valisi veya Emniyet Müdürünü aradığını, bu insanları
koruma olarak istediği için bunların işlediği bir suç varsa bunları bilme
zorunluluğunu hissettiğini, bu kişilerle (korumalarla) telefonla konuşmadığını,
Arnavut Sami yi (Sami Hoştan) bir defa Çınar Otelinde başkalarıyla birlikte
oldukları sırada kendisine tanıttıklarını, daha sonra onu görüp görmediğini
hatırlamadığını, kendilerinin kumarla ya da kumarhanelerle hiç bir ilişkilerinin
olmadığını, bir gece kulubü ya da diskoteğe amcaoğlunun da içinde bulunduğu üç
gencin girersin-giremezsiz tartışmaları sonucu öldürüldüğünü, bu olayın kumarla
ilgili olmadığını, söylemezleri de bu olaydan sonra bildiklerini, daha sonra
bunlardan iki tanesinin öldürülmesiyle kendilerinin hiç bir ilgisinin
olmadığını, Mehmet Ağar Genel Müdür olana kadar kendisini tanımadığını, öldüren
kişilerden birinin lojmanında kaldığı hususunda; o insanla konuşmuşluğunun
olmadığını, tanımadığını, kendisinin evine gelen biriyle gelmişse gelmiş
olabileceğini , kalsa bile 1 geceden fazla kalamayacağını, Mehmet Ali Yaprak’ı
tanımadığını, televizyonunun da Gaziantep te olduğunu bilmediğini, Mehmet Ali
Yaprak’ın kaçırılmasının ailesince yapılmış olamayacağını, Rıdvan Kocaman diye
birisini tanımadığını, 1979’da amcasının bir suikastle yaralandığı ve
akrabalarından bir çoğunun PKK tarafından öldürülmesi ve kendilerinin PKK
tarafından tarafsız kalmalarının istenmesiyle birlikte ailelerinin PKK ile
mücadelesinin başladığını, kendilerinin operasyonlara katılmadıklarını
operasyonları askerlerin yaptığını, halkın istihbaratı çalışmaları olduğunu,
1979 da PKK tarafından kendilerinden 140-150 arasında kişinin öldürüldüğünü, bir
çoğunun kendilerinin yakını olduğunu, Korkut Eken ve diğerlerinin kendi
yerlerinin olduğunu onların oralarda kaldıklarını, Mehmet Ağar’ın hiç evine
gelip kalmadığını, korucuların çatışmaya gittiklerinde muhimmatı onların
kendilerinin aralarında temin ettiğini, HBB Televizyonunda yaptığı konuşmanın 5
veya 10 dakikasını hatırladığını geri tarafını hatırlamadığını, daha sonra bu
roportajın kasetini getirttiğini, oradaki konuşmalarını görünce tamamını bile
izlemediğini, hükümetin güvenoyu almasından önce Mehmet Özbay’ın çok özel, gizli
görüşmek istediğini söylediğini, o görüşmede Mehmet Özbay’ın “ben devletle
çalışan gizli bir adamım; bunu da kimsenin bilmemesi lazım şu kimliğim, şu yeşil
pasaportum, bu ehliyetim, bu silah ruhsatım, bu nüfus cüzdanım” diyerek
birşeyler çıkardığını, Terörde uzman yazan bir kağıt gördüğünü, onun söylediği
ismi bir lakap ve kod ismi zannettiğini ve sonuna kadar bile onu Mehmet Özbay
olduğuna inandığını, o kimliğin sahte mi yoksa gerçek mi olduğunu tespit
edemediğini, Haluk Kırcı ve Yaşar Öz’ü tanımadığını, Drej Ali’yi tanıdığını,
onun taziyelerine geldiğini kendininde İstanbul’daki yazıhanesine birkaç defa
gittiğini, PKK’nın ölüm listesinde, birinci sırada olduğunu bildiğini, Abdullah
Çatlı’yı 1980’den önce aranan biri olarak bilmediğini, “Ben Abdullah Çatlıyım”
dedikten sonra da bir arkadaş olarak ilişkilerinin devam ettiğini, Korkut
Eken’in , babasının eski dostu olduğunu, babasının yanına bir defa geldiğini
hatırladığını, kendilerine devletin her kademesinden insanların geldiğini,
istedikleri bilgileri bilebildikleri kadar hepsini verdiklerini, her zaman
devletin yanında olduklarını, PKK’nın Siverek’i yenemediğini, Med TV’de,
Abdullah Öcalan’ın söylediği sözlerin kendisine o gün telefonla dinlettiklerini,
HBB’ye Sayın Yılmaz’ın kendisini Fransa’da dediğini duyunca “Ben buradayım”
mesajını vermek için çıktığını, hastanede emar filmi çektirmek dışında bir yere
gitmediğini, kaza anında bu susturucu ve silahlar arabada olsaydı bunların
korumalar tarafından alınabileceğini, Meysu’nun sahibinden 300 bin marklık bir
senet alma, bürolarında kurşunlama gibi bir olayın olmadığını, tahminen bu
olayın faillerinin yakalanmış durumda olduğunu, arabada bulunan silahların
arkada oturanlar tarafından konulmuş ya da başkaları tarafından konulmuş
olabileceğini, kendisinin 130-140 milyar aldığı şeklindeki ithamların yalan
olduğunu, kumarhanelerden haraç almadığını, maaşı dışında kimseden para
almadığını belirtmiştir.(Ek:187)
15- Hasan Celal Güzel Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı 17.02.1997 tarihli
ifadesinde; 1945 yılında Gaziantep’te doğduğunu, 1975 yılında Süleyman
Demirel’in özel müşaviri olarak Başbakanlık’ta görev yaptığını,1977 yılının
ikinci yarısında II MC Hükümeti sırasında Korkut ÖZAL’ın İçişleri Bakanlığı
döneminde Müsteşar Yardımcılığı, Turgut Özal’ın Müsteşarlığı döneminde, onun
yardımcılığını yaptığını, 1980 yılında 12 Eylül’den önce yayınlanan gizli bir
genelge ile Devletin Güvenlik Koordinatörü yapıldığını, Emekli Korgeneral Rüştü
Naipoğlu, Emekli Hava Korgenerali Refik Işıtman ve Emekli Albay Kadir Bilgen’den
oluşan o tarihte artan terör olayları ile meşgul olan bir güvenlik koordinasyon
ekibi kurduklarını, MİT, Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet İstihbarat
Dairesinden gelen bilgilerin bu kurulda değerlendirildiğini ve o tarihte
Başbakan olan Süleyman Demirel’e arz edildiğini, o tarihte Başbakanlık Müsteşarı
olan Turgut Özal’a da bilgi verildiğini, Başbakanlık Müsteşar Vekilliği ve
Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar Vekilliği görevlerinde bulunduğunu,12
Eylülden sonra da 35 gün Başbakanlık Müsteşarlığına vekalet ettiğini, Necdet
Calp’in Başbakanlık Müsteşarlığına getirilmesi üzerine onunla 5 ay süre ile
çalıştığını, Şubat 1981 ayında Süleyman Demirel’i ziyarete gitmesi nedeniyle
görevinden alındığını, görevinden istifa ederek Kayseri Erciyes Üniversitesinde
öğretim elemanı olarak çalıştığını, 1983 yılı sonunda Anavatan Partisinin
iktidara geldiğinde Başbakanlık Müsteşarlığına getirildiğini, 1986 yılının
Ağustos ayı başına kadar bu göreve devam ettiğini,o tarihteki ara seçimlerde
Gaziantep’ten Milletvekili adayı olduğunu, Milletvekili seçildiğini, Devlet
Bakanı ve Hükümet Sözcüsü olarak göreve başladığını,1987 erken seçimlerinde
Gaziantep Milletvekili olarak yeniden seçildiğini, Milli Eğitim Gençlik ve Spor
Bakanı olduğunu, Mart 1989 tarihinden itibaren de ANAP Gaziantep Milletvekili
olarak devam ettiğini,17 Haziran 1989 tarihinde ANAP’tan istifa ettiğini, 20
Ekim 1991 seçimlerine iştirak etmediğini, 23 Kasım 1992 tarihinde de Yeniden
Doğuş Partisini kurduğunu, halen Genel Başkanlık görevini yürüttüğünü,
Babasının Demokrat Parti yöneticilerinden, Dayısı Ali İhsan Göğüş’ün de Halk
Partisi Bakanı olduğunu, kendisinin Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde iken
Türkiye’de sağ denilen öğrenci lideri olarak uzun süre çalıştığını, bütün
hadiselere iştirak ettiğini, Hür Düşünce Kulüplerinin merkez sağ çizgide,
demokrasiyi savunan, meşruiyetçi çizgide bir teşkilat olduğunu, o tarihte
İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın, hatta Adalet Partisi’nin bu teşkilata müdahale
etmek istediğini, zira iktidar partisi olmasına rağmen üniversitelere hiç
giremediğini, müdahale etmelerini istemediklerini belirtmelerine rağmen
dinlenmeyince Adalet Partisi gençlik kollarına el koyarak meseleyi çözdüklerini,
Muhalefet Partisi Cumhuriyet Halk Partisinin bir bürosunu Siyasal Bilgiler
Fakültesine kurmuş olduğunu, Türkiye İşçi Partisinin tamamen öğrenci gençliğe
dayandığını, Hükümet olan Adalet Partisininde sağcı gençliği solcu gençliğe
karşı kullanma staretejisi içerisine girdiğini, İsmet İnönününde bunu hep dile
getirip, şikayet ettiğini, Fransada 1968 olaylarını başlatan meşhur Kızıl
Rocky’nin Siyasal bilgiler Fakültesi yurdunda bir hafta kaldığını ve polis
saldırısına karşı fakülteyi nasıl koruyacakları konusunda sosyalist, marksist
öğrenci liderlerine taktik verdiğini gözleriyle gördüğünü,
MHP Ülkü Ocakları Teşkilatının kendisinin de samimiyetle inandığı şekilde son
derece vatansever, millîyetçi, millî ve manevi değerlere itibar eden gençlerden
oluştuğunu, onların bu hislerini Emniyet Genel Müdürlüğü ve Milli İstihbarat
Teşkilatına bağlı kişilerin istismar ettiğini, kullandığını, kendisinden de bu
konuda destek istendiğini ancak kendilerinin Türkiye de bir takım terörist
olayların meydana gelmesine, dış müdahalelerin olmasına karşı olduklarını ve
böyle bir kullanıma karşı çıktığını,bu gençlerden bazılarının resmen Milli
İstihbarat Teşkilatında ve Emniyet Genel Müdürlüğünde görev aldıklarını,belli
seviyelere kadar da gelebildiklerini,
Devletin istihbarat ve güvenlik örgütlerinin teşkilatların her kesiminden bilgi
alması lazım geldiğini,bunun aksinin düşünülemiyeceğini ancak bilgi toplarken bu
kesimlerdeki kişileri bilginin ötesinde operasyonel faaliyetlere sokmalarının
fevkalade yanlış olduğunu,operasyonların bu teşkilatların elemanları vasıtasıyla
yapılması gerektiğini, problemin bu olduğunu, Çatlı hadisesinde de problemin bu
nedenle ortaya çıktığını,
Gerek Süleyman Beyin Döneminde gerekse Turgut Beyin döneminde “Sadece Sayın
Başbakan tarafından açılacaktır” ibaresi bulunan zarfları onların verdikleri
yetki ile açtığını,okuduğunu ve özet bilgileri onlara aktardığını,devletin bu
tip bilgilerine sahip 3-4 kişisinden birisi olduğunu,
Milli İstihbarat Teşkilatı ve Emniyet Genel Müdürlüğü arasında çok belirgin bir
koordinasyonsuzluk,rekabet hatta zaman zaman sürtüşme ortaya çıktığını,MİT’in
istihbarat görevinin kendilerinde olduğunu,Emniyetin sadece adli vakalarda
istihbarat yapması,onun ötesine karışmaması gerektiğini,Emniyet Genel
Müdürlüğünün de MİT’in iyi istihbarat yapamadığını,Türkiye genelinde birinci
şubelerce yapılan kendi istihbaratlarının olmaması halinde dağılacağını,hazıra
konduğunu,iyi çalışmadığını iddia ettiğini,bunun özellikle kaçakçılık
istihbaratı konusunda ortaya çıktığını,Emniyette Atilla Aytek’in çok kuvvetli
bir polis müdürü olduğunu,gözüpek işinin ehli,uyuşturucu kaçakçılığı işi ile çok
etkin mücadele ettiğini,ancak bu vasıflarını bilmesinden dolayı Genel Müdürünü
bile takmayan,dediği dedik bir müdür haline geldiğini,onun dönemi MİT içerisinde
o tarihe kadar kurulmamış kaçakçılık istihbaratı adıyla bir birimin kurulduğunu,
Emniyet MİT’in bu işin içerisine girmesinin gereksizliğini savunduğunu,MİT’inde
kaçakçılık istihbaratınında kendi konularına girdiğini ve kaçakçılık
istihbaratının siyasî konularla da ilişkili hale geldiğini bu nedenle yapmaları
gerektiğini savunduğunu bunun uzun seneler tartışıldığını,daha sonra Emniyetteki
bu birim ile Mit’teki bu birim arasında problemler çıktığını,Emniyetteki birimin
gayrıresmi şefliği daha sonra İstanbul Emniyet Müdür Muavini iken Mehmet Ağar
tarafından üstlenildiğini,
Mehmet Ağar’ın Özallarla yakın irtibatının kurulmasının bu olaylara
rastladığını, Zeynep Özal’ın Asım Ekren isimli bir müzisyenle münasebeti
bulunduğunu, Zeynep ve Semra Özalın gece eğlencesini çok sevdiklerini,bu nedenle
sık sık eğlence yerlerine gecenin geç saatlerinde gitmelerinden dolayı koruma
sorunu doğduğunu,Başbakanın kızının ve eşinin korunmasının Devlet görevi
olduğunu,bu nedenle Emniyet Müdürü Ünal Erkan ile muhatap olduklarını,onun ise
politik yanının bulunmaması sebebiyle bu işlerden hazzetmediğini, Mehmet Ağar’ın
politikaya daha yatkın olduğunu,kibar nazik,zeki herkes tarafından sevilen,çok
süratli hareket edebilen iyi polis denecek özelliklere sahip olduğunu,sivil
sektörle çok yakın ilişkileri bulunduğunu,kendiliğinden koruma konularında onun
daha öne çıktığını, Zeynep Özal ve Asım Ekren’in Antalyaya kaçmaları ve
evlenmelerine ilişkin olaylarda Ekren’in İstanbuldaki aydınlık olmayan
çevrelerle münasebetleri bilindiğinden evlenme olayının aile tarafından hiç
istenmediğini,bu nedenle polisin koruma görevi altında Antalyaya gitmelerinin
kontrol edildiğini,bu olayın Mehmet Ağarın Özallara yakın olmasını sağladığını,
çünkü onu tanıdıklarını, Semra ve Turgut Özal ile çok yakın samimi olduğunu,
âdeta onların emrinde, özel bir polis gibi olduğunu,Ankara Emniyet Müdürlüğüne
terfian getirilmek istenildiğinde Bakanlar Kurulunda kendisinin karşı
çıktığını,münasebetleri yönünden bu atamanın yanlışlığını anlattığını,ancak
Turgut beyin dediğini yaparak, Ağarı Ankara Emniyet Müdürlüğüne
getirdiğini,sonrada Ağar’ın kendisine gelerek,kendisinin aleyhinde olduğunu
bilmesine rağmen,’emriniz varmı sayın Bakanım’ diye sorduğunu,bu tavrının da son
derece hazımlı son derece sempatik ve olgun bir insan olduğunu gösterdiğini,
Hiram Abbas’a Emniyet Mit çekişmesinin sebebini sorduğunda,MİT’in bu mafyadan
bilgi aldığını,hem uyuşturucu kaçakçılığı bakımından,hemde siyasî bakımlardan
bilgi aldıklarını, Emniyetinde bilgi aldığını,Mafyanın dininin imanının para
olduğunu,başka birşey düşünmediğini,ve terörle beslendiğini,silah kaçakçılığının
onlara kar getirdiğini,onlarında hem sağ hem de sol teröriste silah temin
edip,para kazandıklarını,bunları bildiklerini,bilgi aldıkları grupları da himaye
ettiklerini,mafyanında hem poliste çeşitli guruplara,hem de istihbaratta çeşitli
guruplara dayanmak ihtiyacını hissettiğini söylediğini,bunun kendisine çok ters
geldiğini,sonradan bunu emniyetteki kişilere de teyid ettirdiğini,bunun sonucu
olarak da Emniyet ve Mit arasındaki rekabetin doğurduğu başka bir platformun
oluşmuş olduğunu,yani herkesin kendi mafyasını oluşturduğunu anladığını,Hiram
beye ve emniyetteki kişilere,” siz ne yapıyorsunuz,adamları uyuşturucu ile
yakalayınca görmüyormusunuz,iade mi ediyorsunuz?” dediğinde çok açık bilgi
veremediklerini,biraz müsamahakar davrandıklarını söylediklerini, kendisinin de
”Mafyayı ikiye ayırdınız,bilgi aldıklarınızı müsamahaa ediyorsunuz, emniyetin
mafyası ayrı Mitin mafyası ayrı,emniyetin içinde falanın mafyası var filanın
mafyası var aynı şekilde mitin içinde falanın mafyası var filanın mafyası var bu
ne biçim iş böyle kepazelik? “ dediğini, bunun üzerine konuyu Özal’a
anlattığını,bilgi kaynağının olabileceğini,belirli kişilerin
korunabileceğini,ama ekipleri korumaya kadar işin götürülmesinin sakıncalarını
anlattığını,sonradan istihbarat raporunda da ,sorgulama raporunda da bunu teyid
eder mahiyette Dündar Kılıç’ın polisin bir kısmını bu şekilde beslediğinin
ortaya çıktığını,bu nedenle işin ciddiyeti yönüyle ilgili kişilerle
görüştüğünü,bir müddet sonra mafya-polis, mafya-istihbaratçı ilişkisi halinde
devam eder,probleme sebebiyet verir dediğini, nitekim, Mehmet Eymür-Atilla
Aytek,Mehmet Ağar-Mehmet Eymür rekabeti halinde ortaya çıktığını,sonuçta 1987
tarihinde ki raporun ortaya çıkmasına kadar da bu rekabeti
getirdiklerini,raporların hepsinin doğru olmadığını,özel hayatına kadar çok
yakından tanıdığı Saffet Arıkan Bedük’e bile çamur atmalarının bunu
gösterdiğini,bunu her tür rapora güvenmemek gerektiği için söylediğini,adamın
kendine göre rapor yazdığını sonra da el altından bunu herkese dağıttığını,Çatlı
ile ilişkisi olup olmadığını bilmediğini,
Milli İstihbarat Teşkilatının aslında devletin en önemli ve gerekli bütün
ülkelerde olan bir teşkilatı olduğunu,MİT’in 1960 yıllarına kadar sivil kişiler
tarafından yönetildiğini,27 Mayıs ihtilalinden sonra asker kişilerin eline
geçtiğini, süreç içerisinde MİT Müsteşarlığının Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir
kadro ve tayin makamı haline geldiğini ve bunun fevkalade yanlış olduğunu,bu
kadronun Korgenerallerin tayin yeri haline geldiğini, tüm parti liderleriyle
yaptığı konuşmalarda MİT Müsteşarlığının Başbakandan çok Genel Kurmay Başkanına
bağlı ve yakın olduğunu değerlendirdiklerini,12 Mart ve 12 Eylül istihbaratını
özel olarak yapmadığını söylediklerini, 12 Eylül döneminde bir tesadüf sonucunda
arkadaşı olan bir kişinin bilgi vermesi üzerine öğrenmesine karşılık MİT’in tam
bir sessizlik içerisinde olduğunu,buna karşılık,askeri sistemin bürokratik
yapısının çok iyi çalışması sonucu kodlu olarak Başbakanlığa ertesi gün ihtilal
yapacaklarını bildirdiklerini,bu nedenlerle de ne kadar Başbakana bağlı görülse
de hiçbir şekilde Genel Kurmay’ın dışında kullanılamayacağını, ilk sivilleşme
harekatının buradan başladığını,Müsteşarlığın boşaldığında önce Vecdi Gönül’ü,
sonra Saffet Arıkan Bedük’ü yani sivil birisini bu göreve getirmek
istediklerini, olmadığını, daha sonra teşkilattan olan Hiram Abbas’ı
önerdiklerini ancak uygun görülmediğini, o zaman Teoman Koman Paşanın
getirilmesi söz konusu olduğunu,kendisinin emekli olmasını ve bu teşkilatın
başına getirilmesini istediklerini ancak onunla yapılan görüşmede asker olarak
yükselmek istediğini,bunun içinde ordu komutanı olması gerektiğini ve kıta
hizmetine çıkacağını,bu durumdu du en fazlaa 3 yıl için orada kalmasının söz
konusu olduğunu ve atamanın yapıldığını,sivilleşme uzantısı olarak da Evren
Paşa’dan Hiram Abbas’ı Müsteşar Yardımcılığına atama tavizini aldıklarını,onun
atanması ile birlikte Nuri Gündeş’in kendisine gelerek ayrılmak istediğini
söylediğini,ayrılmaması için ikna edemediğini,onun emekli olduğunu bunun dea
içeride hizipleşme olduğunu gösterdiğini,Hiram Abbasın son derece gözüpek,dürüst
ve namuslu ve canını feda etmekten çekinmeyen bir kişi olduğunu teşkilatın böyle
yetişmiş elemanları varken,Çatlılara ya da benzeri kişilere ihtiyacı bulunmadığı
düşüncesinde olduğunu,
Mit'te Teoman Koman Paşanın Turgut Beyle dostluğu zaviyesinde ilişkilerin
yumuşatılmasıyla devam ettiğini,ancak istedikleri gibi sivilleştiremediklerini,
Sönmez Köksal ‘ın gelmesi ile MİT’in sivilleşebildiğini,Dışişlerinde gerçekten
kabiliyetli bir insan olduğunu, güvenlik dairesinden bilgisi bulunduğunu,o
şekilde geldiğini ve gelmesinin de kendisince isabetli olduğunu,Sönmez beyin alt
kadroda bir değişiklik yapmadığını aslında hem Emniyet Teşkilatının hem de Mit
teşkilatının yenilenmeye ihtiyacı bulunduğunu,
Başbakanlık Teşkilat Kanunu’nun bir maddesine göre Başbakanlık Güvenlik
Başkanlığı’nı kurduklarını, bu birimin tamamen bir değerlendirme ve istihbari
bilgilerin koordine edildiği bir yer şeklinde olduğunu, icrai,operatif hiç bir
yönünün bulunmadığını, Başbakanlık Güvenlik Kurulunun başına Rüştü Paşa’nın
getirilmesinin sivilleşmeye mani bir durum olmadığını çünkü; onun antimilitarist
bir kişi olduğunu burda Orduya karşı olduğu anlamında değil, militarizmi bir
anti demokratik rejim olarak alma konusunda dediğini “The man on the horce back”
isimli kitabı tercüme eden kişi olduğunu bunun sivillerin bile yapamayacağı bir
şey olduğunu, döneminin birincisi olduğunu, Genel Kurmay Başkanı olması gerekir
iken olamamış birisi olduğunu, bu sebepten bu işe getirildiğini,
Başbakanlık’ta ilk defa bir kripto servisi kurduklarını,çok gizli evrakların
Başbakanlıkta toplanmasının son derece tesadüfü olması sebebiyle 5-6 kişilik bir
ekip kurduklarını,bunların değerlendirme yaptığını,gizli evrakı muhafaza
ettiklerini, arşivlediklerini,gerektiğinde kendilerine verdiklerini,ayrıca
Başbakanlıkta MİT tarafından şifrelenen bir kasa bulunduğunu,bunun içerisine çok
gizli,kripto evrakı,millî savunma ile ilgili evrakları özel olarak muhafaza
ettiklerini,bundan Başbakanlık Güvenlik İşlerinin bilgisi olduğunu,
Batılı anlamda denetim ve teftiş,araştırma işlerinin yapılamaması sebebiyle bu
tür işlerin ortaya çıktığı görüşüne aynen katıldığını,Emniyet teşkilatında
Teftiş Kurulunun kızak yeri olarak kullanıldığını,kariyer sisteminin kesinlikle
bulunmadığını,öncelikle bunun kurulması gerektiğini,birçok müfettişin fezleke
yazmayı bile bilmediğini,orasının bilindiği gibi bir teftiş kurulu
olmadığını,her devirin değişmesinde korunanların teftiş kuruluna, daha az
korunanların APK.’na alındığını,Osmanlı’dan bu yana Emniyet Genel Müdürlüğüne
getirilenlerin emniyet dışından olduğunu,emniyetçilerin Genel Müdürlüğe son
zamanlarda tam bir sistemle hakim olduklarını,Mülki idaareden koptuklarını,ancak
hem mülki idareye hemde TBMM’ne belli dönemde lüzumundan fazla bir şekilde
geldiklerini.Emniyetçinin Emniyet Genel Müdürü olduğu dönem, bu son zamanlarda
olduğunu,kadrosunun bile büyük kavgalarla kendisi tarafından Vali-Emniyet Müdürü
olarak çıkarttığını,Vali olmadan Emniyet Genel Müdürü olunmasının önüne geçilmek
istenildiğini,ancak emniyetçi klikin bu defada Vali olarak onu kırdığı ve Genel
Müdürlüğe geldiğini,şu anda Genel Müdürlükte Alaattin Beyin bulunmasının son
derece güzel bir şans olduğunu,mülki idareden geldiğini vce son derece dürüst
olduğunu,dezavantajının Emniyet hakkındaki genel bilgisizliği olduğunu,
Emniyette Pol-Der ve Pol-Bir klikleşmesinin Devlete faturasının çok fazla
pahalıya mal olduğunu,Emniyetin Mülki İdarenin kendisine müdahalesinden çok
sıkıntı duyduğunu,ve bunu hep dile getirdiklerini,polisin kirlenmesi
durumlarında Mülki İdareden takviye alınmak gerektiğini, Mülki İdareden Emniyete
gidenlerin hep dışlandığını,bunları korumak içinde sonradan bunların Vali
yapılmasının gerektiğini ve hepsinin Vali yapıldığını,Bu uygulamalarla
karşılaşılmaması için orta bir sistem gerektiğini,poliste kalitenin artmış
olduğunu,polisin kalitesinin ve teçhizatlanmasının gerektiğini,polis
müfettişinin meslekten yetişmesinin sağlanması,polisteki kadroyu kırmadan mülki
idareden polise doğru gelme olması gerektiğini,polisten mülki idareye eleman
alınırken çok dikkatli ve cimri davranılması gerektiğini,polisin hemen büyük bir
il valisi olması halinde bir netice alınamayacağını,
Emniyette Narkotiğin çok iyi işleyen bir teşkilat olduğunu,dünyanın en iyi
narkotikçilerinin Türkiyede olduğunu,interpolünde bunu kabul ettiğini,Türkiyenin
uyuşturucu kaçakçılığını devlet çerçevesinde düşünmediğini,bunun Türkiyeye çok
büyük bir haksızlık olacağını,Susurluk meselesinin istismar edilmesinin
Türkiyeyi terörist devlet ilan edilmesi aşamasına getirdiğini,tabii ki Ermeni
Anıtını Abdullah Çatlıya dinamitlettirildiğinin söylenmesinin buna neden
olduğunu,işi bu hale getirmenin ihanete varan bir yanlışlık olduğunu,Türkiyenin
bir mafya devleti olamıyacağını,hiç bir zamanda olmadığını,Türkiyenin sadece 12
eylül döneminde kendi içinde bir hesaplaşmaya girdiğini,yanlış yaptığını,şu anda
Türkiyenin bir hukuk devleti olduğunu ve iftiralara da karşı çıkmaak lazım
geldiğini,
Türkiyenin bütün narkotik maddelerin uyuşturucu maddelerin üzerinden geçtiği en
büyük köprü olduğunu,buna rağmen Türkiyenin devamlı olarak mücadele
verdiğini,eğer Türkiye bir başka türlü devlet olsaydı,50 milyar dolardan fazla
böyle bir avantajla çok daha değişik noktalara gelebilecek ekonomik güç
sağlayabileceğini söylediğini,arkotik polisinin şevkini kırmadan,polisle
mafyanın ilişkilerinin çok ciddi bir şekilde gözden geçirilmesi
gerektiğini,mafyadan bilgide,istihbaratta alınabileceğini,ancak korunmasının
yanlış bir şey olduğunu,mümkün mertebe öldürülmesi gerektiğini,bu işin devletin
üst kademelerine kadar gelmiş veya belirli ideolojik görüşteki kişilerin çete
şeklinde kullaanılması haline dönüşmüşse,bunun da üzerine gidilmesi gerektiğini,
Önce karşı çıktığı sonra kabul ettiği Aadnan Kahvecinin önerisi olarak gelen
pişmanlık yasası kanununu çıkardıklarını,bununla hem teröristin terörüne maani
olunacağını,hem de onun istihbaratının elde edilebileceğini düşündüklerini,bu
şekilde hem sol hemde sağ guruptan insanların bu konuda kullanıldıklarını,bu
kullanımın bir örgüt şeklinde olmadığını,münferit olarak
kullanıldıklarını,istihbaratın alındığını ancak operasyonlara daahil
edilmediklerini,sadece geçmişte yaptıkları işlerin bilgisinin
alındığını,sonradan bu kişilerin,pişmanlıktan yararlananların, emniyet ve
istihbarat teşkilatlarının içlerinde de kullanılmadığını,
Örtülü ödeneğin nasıl kullanıldığını biraz bildiğini,belirli dönemlerde o
dönemlerde de böyle özel kişilere operasyon yapsın diye örtülü ödenekten bir
para verilmediğini,
Mit raporlarının tüm gönderilen yerlere aynı nitelikte gönderildiğine
inandığını, Susurluk meselesinde esas bilgilerin MİT tarafından verildiğinin
aşikar olduğunu bir bakıma Emniyet Genel Müdürlüğünü karşısına aldığını ve
kendisine göre bir maç kazandığını, bunların dış ülkelerde de olduğunu bu tür
olayların asgariye indirmek gerektiğini, Sayın Demirel’in son dönemi ve Sayın
Özal’ın Başbakanlığı dönemlerinde bu şekilde bir mafya ilişkisinin örgüt kuracak
seviyede olduğu kanaatinde olup olmadığını, şu anda ise böyle bir örgütün olduğu
ve kullanıldığı konusunda hiç bir bilgisinin bulunmadığını, son dönemde devletin
dışında olduğunu,
1990 yılında Nerden Buldun Kanunu diye bilinen 3628 Sayılı Mal Bildirimi Rüşvet
ve Yolsuzlukla Mücadele Kanunu çıkarttıklarını, bu kanun sonradan Özal’ın da
biraz baskısı ile çok değiştiğini, zaten Özal’ın da bunun çıkmasını
istemediğini, kanunun şu anda güya yürürlükte olduğunu, ama hiç bir şekilde
uygulanmadığını, bu kanun bütün Türkiye için işletilmesi gerektiğini, kayıt dışı
ekonominin Türkiyede çok büyük hudutlara vardığını, ekonominin neredeyse 3’te
birine kadar uzandığını, ayrıca Türkiyede mafya tipi olaylardan elde edilen
bilhassa kumardan çok büyük kazançlar olduğunu, böyle bir paranın döndüğü bir
ekonomide polisi ne yaparsanız yapın, bunun dışında tutmanın çok zor olduğunu,
çünkü paraların çok büyük paralar olduğunu, hiç değilse polise halen yürürlükte
olan yasanın uygulanması gerektiğini ve bu suretle servet değişiklikleri çok
yakından takip etmek gerektiğini, çok ciddi bir denetleme sistemi getirmek
sureti ile ekonominin kontrol altında tutulması gerektiğini,
İstanbul’un çok özel bir proje olarak masaya yatırmak gerektiğini, polise
verilen para ile orada dönen paraların hiç bir irtibatının bulunmadığını, yüksek
para vermek ile de bunun halledilebileceğine inanmadığını, Gümrük konusunda bir
bakanın istifasına neden olan konuda olanların herkes tarafından bilindiğini,
büyük bir skandal patladığını, ama bu arada Kapıkulenin de temizlendiğini,
Turgut Özal’a suikast yapıldıktan sonra konunun çok araştırıldığını, en yakın
akrabalarından hatta arkadaşlarından bile şüphelendiğini yani bunu bir iktidar
kavgası olarak da değerlendirdiğini, tabii sonunda yakınları ile ilgili
şüphelerinden vazgeçtiğini, bir kaç defa bu işin karını tıkadığı bir takım
çevrelerin mafya marifeti ile yaptırdığı bir iş olarak gördüğünü söylediğini,
ancak onun da tam sonuca ermiş bir halini görmediğini, kullanılma meselesi
olabileceğini, bunun arkasında polis yada herhangi bir güvenlik gücünün olduğu
kanaatinde bulunmadığını, mafya birimi olabileceğini, bunlardan birisi menfaate
haleldar olan birinin verdiği para ile bunu yapabileceği, ama kendisinin böyle
bir şey söylemediğini ve onunda kafasında net bir şey bulunmadığını, Turgut
bey’in ölümünden sonra öldürüldüğüne ilişkin iddialara inanmadığını, böyle bir
şeyin olmasının mümkün olmadığını, bunların biraz komplo teorileri olduğunu,
Ergenekon Örgütü diye bir örgütten bilgisi olmadığını,
Uğur Mumcu öldürülüşünden birkaç gün önce, uyuşturucu madde kaçakcılığı artık
tamamen PKK’ya kaydırıldığını beyan ettiğini, dolayısı ile kendisinin asker ve
sivil Emniyet Mensuplarının PKK’ya üst seviyede kaçakçılık için yardım ettiği
kanaatinde olmadığını,
Sınır güvenliği konusu ile yıllarca uğraştığını, Irak sınırını bir türlü
çizemediğini, Suriye sınırını çok yanlış çizdiklerini, sınırın mayınlar ile
doldurulup haritasını da kaybettikten sonra birçok insanın o yerlerde sakat
kaldığını, aslında bize ait milyonlarca dönüm arazinin birinci sınıf tarım
toprağının orada bomboş durduğunu, Irak’taki fiziki zorlukların sebebi ile sınır
çizilmesinde çok büyük zorluklar çıktığını,
Türkiye’de siyasî partilerin mali kaynaklarının çok ciddi şekilde yeniden
düzenlenmesi gerektiğini, Türkiye’de siyasal partilerin denetlenemediğini,
Anayasa Mahkemesinin denetiminin çok yetersiz olduğunu, denetim bile
sayılamayacağını, Mahkemenin denetim elemanının da bulunmadığını, Yargıtay
Başsavcılığının ise bu konuda yani mali yönden denetim yaptırmadığını, siyasal
partilerin hazineden bile aldıkları paranın trilyonları bulduğunu ancak,
bunların tek olarak denetimi olmayan kuruluşlar olduğunu, Vali ve Güvenlik
Güçleri ile konuştuğunu, Güneydoğu hadisesinin altında çok büyük menfaatler
yattığını, Parlementer Hükümete kadar uzanan menfaatler olduğunu, çok ciddi
şekilde Güneydoğu için kullanılmak üzere alınan silahların hangi kaynaklardan
geldiğini, nasıl alındığını, kimlere ne şekilde verildiğinin incelenmesi
gerektiğini, Güneydoğuda olayların devam etmesinden menfaatlenen çok üst
seviyeli kişiler olduğunu bildiğini, mahalli olarak aşiretler, şeyhlikler, hakim
sınıflar sistemi ile menfaat bağları olduğunu, oyların alınıp satıldığı, bunun
da siyasî yozlaşmayı yarattığını, çünkü bu işin ekonomik bir sektör haline
geldiğini, örneğin; Bakırköy Belediyesinde meclis üyeliklerinin ilk beş sırasına
girmek için ödenmesi gereken paranın 3-5 milyar arasında değiştiğini,
seçildikten sonra da bunun on mislini, yüz mislini çıkarttığı, siyasî partilerin
artık Türkiyede en verimli işletmecilerinin bulunduğu yerler olduğunu,
Siyasal ekonomik bağlamdaki ilişkilerin varlığını ortadan kaldırmak için ANAP’ta
beş yıl bu işin mücadelesini yaptığını, mesela hayali ihracaatın cezasının
ekonomik suç olduğu için ekonomik olması gerektiğine karşı çıktığını, bu
kokuşmuşluğun başının da ANAP olduğunu düşündüğünü, ANAP’tan ayrılmasının asıl
sebebinin de bu olduğunu ancak; ANAP’tan sonra gelenlerinde onu aratır
olduklarını,
Bu komisyon üyelerinin hiç birinin bu işlere karışmamış olması, en az hakkında
şaibeler olan kimseler olmasının da bir teminat olduğunu, başta komisyon başkanı
olmak üzere bu olayın Türk devletinin kendisi ile hesaplaşabilmesi olduğunu,
Sayın Demirel’in de bu konuya girmesi gerektiğini, Ancak koalisyon menfaatleri
ve siyasî menfaatlerin buna mani olduğunu, siyasî menfaatlerin bir tarafa
bırakılması sözkonusu olmadan, bu işin tam üstüne gidilmesinin mümkün
olamayacağını, herkesin kendine göre sorunları olduğunu, o sorunun karşı tarafla
dengelendiğini, karşılıklı anlaşmalar olduğunu, bunun ihtilal idarelerinde hiç
olmadığını, ihtilal yönetimlerinin en fazla yolsuzluğun olduğu dönemler olduğu,
çünkü hesap soran kimsenin bulunmadığı, Millet Meclisine para kazanmak için
değil, hizmet için girmeye başlanılması gerektiğini, halbuki şu anda parlamento
dahil herkesin malı götürmek için bu işi diyet borcu ödemek için yaptıkları,
onun için daha iyi bir sistem kurulması gerektiğini, Emniyette yapılan
operasyonun çok yerinde olduğunu, Meral Akşener’in dürüst bir insan olduğuna
inandığını, Koalisyon yıkılmasın diye kimsenin kolay, kolay bu işlere göz
yummayacak hale geldiğini, bunun da güzel bir şey olduğunu,
1986 Ağustos ayında Mardin Dargeçit’te çıkan bir olayda güvenlik güçlerinin
olayın üzerine gitmek için sabahı beklediklerini ve vazifelerini ihmal
ettiklerini, konunun basına da bu şekilde geçtiğini, bunu yapanların Jandarma
olduğu, Turgut bey’in çok üzüldüğünü ve bu tam bir rezalet buna bir şey yapmamız
lazım diyerek kendisini çağırdığını, Genel Kurmay Başkanına sorayım mı?
dediğini, kendisinin de Genel Kurmay Başkanlığına yazalım ve hesap soralım
dediğini ve bu konuda yazılan yazıda “Basına intikal eden Mülki İdari ve Emniyet
kaynaklarından alınan değerlendirmelerde Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı
birliklerin olay yerine zamanında varmadığı, ulaşmak için sabahı bekledikleri ve
görevlerini ihmal ettikleri intibaı uyanmıştır, bu konuda soruşturma yapılarak
sonucun bildirilmesine, olay sabit olmuşsa ilgililer hakkında gereken cezaların
verilmesi ve bize bildirilmesi” şeklinde ifade kullanıldığını, Genel Kurmay
Başkanı Necdet Uruğ Paşa’nın bu işi ele alıp çok ciddi şekilde komisyon
kurduğunu, araştırmayı yapıp, sonucu bildirdiğini, verilen cevabın daha çok
sudan bir cevap olduğunu, ama ilk defa onlara sorumluluklarının hatırlatıldığı,
PKK konusunda polisin bu işi karışmasına sempati ile bakmadıklarını, halbuki
kendilerine Jandarma bu konuda yeterli olmadığı kanaatinde olduklarını halen de
aynı kanaatinin devam ettiğini,
Teoman Paşa’ya göre özel timin bunlarla anlaştığı hatta kendini sattığı bu
yüzdende bu işin devam ettiğini söylediğini, ancak kırsalın kontrolünün Silahlı
Kuvvetlerinin elinde olması sebebi ile Özel Tim’in operasyona çıkabilmesinin
ancak Asker tarafından verilecek talimatla mümkün olabildiğini,
Türkiye’de Olağanüstü Hal Bölgesinin çok yanlış ilan edildiğini Evren Paşa’ya
çıktığını ve kendisine “Kürt Haritasını çiziyorsunuz” dediğini, Olağanüstü Hal
Bölge Valiliğinin çok yanlış bir sistem olduğunu, sömürge valiliği gibi
anlaşıldığını, bunun son derece yanlış olduğunu, anlattığını, Turgut Bey’e de,
Evren Paşa’ya da kabul ettiremediğini, ondan sonrada bu konunun
müesseseleştiğini, Korucu sistemini dikkate alırsak 70 bin adamın dağdan daha
sonra nasıl aşağı indirileceğinin düşünülmesi gerektiğini, kimin PKK’ya kimin
Türkiye Cumhuriyetine çalıştığının belli olmadığını, bir sürü para aldıklarını,
devletin silah ve mermisini kullandıklarını ancak, sistemin hemen kalkması
halinde, oranın yine çökeceğini,
Milli İstihbarat Teşkilatının kendi dönemlerinden önce, sadece Bütçe Ödenekleri
sebebi ile Başbakanlığa bütçesini getiren, onu onaylattırıp kabulden sonra
teşekkür eden teşkilat olduğunu, Türkiyede Genel Kurmay Başkanlığı ve Milli
Savunma Bakanlığı hesaplarının Sayıştay da incelenmediğini,
Silahlı Kuvvetlere %72 oranında zam yapılmasının çok kötü bir rüşvet olduğunu,
askerinde bu rüşveti Tank ile cevaplandırdığını, ancak Hükümetin tüm bürokrasiyi
bozduğunu, ücret sisteminin aynı zamanda bürokrasinin yapısı ile çok yakından
ilgili olduğunu, 657 sayılı kanunun rütbelere ve mevkilere göre hesaplanmış ve
bunların fonksiyonu ile ilişkilendirilmiş bir yapıda olduğunu, ihtilal sonrası
1983’ten sonra en büyük sorunun Başbakanlık Müsteşarlığı ve diğer Müsteşarların
asker bürokrasideki karşılarındaki kişilerin yerlerini tesbit etmekte çıktığını,
hem protokol listesinde, hem de 657 de bunun böyle olduğunu, o zamanlar
Başbakanlık Müsteşarını, Tuğ Generallikten alıp, Orgeneralliğe getirdiklerini,
şimdi yapılan bu işle, Başbakanlık Müsteşarlığının, Yarbay seviyesine
indirildiğini, sadece onların değil Genel Müdürlerin, Valilerin de ona göre
aşağı doğru indiğini,
Jandarmanın Devlette çok büyük bir problem olduğunu, bir yandan Türk Silahlı
Kuvvetlerinin, dördüncü kuvveti olarak telakki edilirken, diğer taraftan da
İçişleri Bakanlığına bağlı olduğunu, böyle bir şeyin olamayacağını, Jandarmanın
Silahlı Kuvvetler olmaktan çıkarılması gerektiğini, sivil bürokrasinin
mağduriyetini süratli bir şekilde giderilmesi gerektiğini,
Emniyet Genel Müdürü Saffet Arıkan bey’in polise mümkün olduğu kadar daha fazla
yetki almak istediğini, Özal’ı da bu konuda ikna ettiğini, polisin
yetkisizliğini, birçok problemlere sebebiyet verdiğini bildiğini, ancak,
yetkilerin mümkün olduğu kadar daha darlaştırıcı, daha demokratik bir çerçevede
olmasına çalıştığını, anti demokratik rejimlerde güvenlik güçlerinin çok daha
rahat dolaşacağını halbuki demokrasilerde polisin işinin çok zor olduğunu,
burada önemli olanın, mümkün olduğu kadar az yetki ile, çok iş başarmak olduğunu
bunun da hukuk devletinin meşruiyet sınırı olduğunu,
Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar’ın konuta yakın 2 kişi olmalarına rağmen
hesaplaşmaya girmelerinden karışık bir durum ortaya çıktığını, Mehmet Eymür’ün
bu olaylardan sonra görevden alınmasına rağmen, Sayın Çiller’in Başbakan olduğu
dönemde Sönmez Köksal’a tavsiye edilerek, aynı yere getirilmiş olmasının da
dikkat çekici olduğunu,
Türkiye de maalesef hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan birçok kişinin bu husus
bilinmesine rağmen, bazı göreve gelmeleri ve gelmeye de devam etmelerinin
sözkonusu olduğunu, bunda birçok faktörün rol oynamasına karşılık, anlaşıldığı
kadarı ile bu kişilerin kulis yapma kabiliyetleri, hulul etme kabiliyetleri
hatta kendisini o makama getirenlere bazı menfaatler sağlamalarının, bunda etkin
olduğunu, bunun hissedilebildiğini,
1984 yılında ki Turgut bey ile 1987 yılından sonraki Turgut bey’in farklı
olduğunu, etrafının sarılmış olduğunu, o tarihten sonra etrafından kendisinin
ayrıldığını, dolayısı ile Ahmet’in arkadaşlarının piyasaya girdiğini, Bülent
Şemiler hadisesinin bu konuda tam bir rezalet olduğunu, Coşkun Ulusoy’un Ziraat
Bankası NewYork şubesine sıra memuru olarak girmek için müraacat ettiği sene 6
ay sonra Ziraat Bankası Genel Müdürü yapıldığı, 6 ay önce ehliyetsizliğinden
dolayı sıra memuru olarak NewYork şubesine alınmadığını, benzeri pek çok olay
olduğunu, bürokratların da o dönemden sonra bu tür işlere çok alıştığını, 50
yaşına kadar yanlış iş yapmadığına rahatlıkla yemin edebileceği kişilerin, 50
yaşından sonra hırsız olarak karşılarına çıktığını, 50 yaşından sonra Bakan
olmuş insanların gözlerinin önünde çalmaya başladıklarını,
Bürokratik atamalar konusunda, bir dönemde Sayın Çiller’in eşi kendisine yakın
ne kadar bürokrat var ise onların tayinini yaptırdığını, bunu arkadaşlarından
duyduğunu, buraya nasıl geldin diye sorduğunda, Özer bey ile oturduk konuştuk,
anlaştık, geldim diye beyanda bulunduklarını, hiçbirisinin Sayın Çiller’den
bahsetmediğini,
Hayali ihracat konusunda Özal ile birkaç defa münakaşa ettiğini, hayali
ihracat’ın bir bakıma ele alındığında Türkiye’ye döviz girmesi yönünden faydalı
olduğunu, ancak hayali ihracaat kadar, hayali ithalatın da meydana gelmeye
başladığını, listenin başında Mehmet Ali Yılmaz’ın bulunduğunu, konuyu Sayın
Demirel’e arz ettiklerini, listenin başında Mehmet Ali Yılmaz’ı görünce onun
başka bir Mehmet Ali Yılmaz olduğunun söylenmesi üzerine nüfus müdürlüğünden
konuyu ispat ettikleri, daha sonra Mahmut Öztürk’ün çalışmalarından sonra bunun
etkisi ile Mehmet Ali Yılmaz’ın kabine dışı kaldığını, ancak Sayın Çiller’in
Başbakan olduğunda Mehmet Ali Yılmaz’ı tekrar bütün bu bilgiler çerçevesinde
Bakan yapabildiğini, Mehmet Ali Yılmaz’ın aklanmadığı, Şirketi ile hayali
ihracat suçu işlediğini,
1990’lı yıllardan itibaren polisin elinde müthiş bir kudret olduğunu, PKK ile
mücadele olduğunu, kumarhanelerin kurulduğu, bu kepazeliğinde ANAP döneminin yüz
karası olduğunu, maalesef Türkiyede kumarhanelerin kapatılacağı yerde, Turizm
Bakanlığı’nın CHP’nin elinde olduğu dönemde aynı temaüllerin devam ettiği, Refah
Partisinin kumara karşı olduğu açık olduğu halde, aynı temaülünün olduğu,
Türkiyede kumarhanelerin tamamen kapatılmasının bir şey kaybettirmeyeceğini,
çünkü buralardan elde edilen paraların büyük bir bölümünün dışarı kaçtığını,
PKK’ya yardım ediyor diye Topal’ı vurmanın gereği olmadığını , onu takip edip
PKK’ya para transferine mani olunduğunda gizliden gidilip, adamın vurulmasına
ihtiyaç kalmayacağını, hukuk devletinde işin böyle yapılması gerektiğini,
Ahmet Karaevli’nin Oral Çelik’in 1984 yılında uyuşturucu kaçakcısı olarak
tutuklanması üzerine İsviçreye gidip,ilgili makamlarla görüşerek ondan kurtaran
kişi olduğu hususunda bir bilgisi bulunmadığını,ancak şimdi sorulduğunda ilk
aklına gelen ismin o olduğunu,görevden alınma sebebinin Kemal Horzum ile
İsviçrede buluştuklarının tespiti,Antalyada hayali ihracaat yapan bir gemiye el
konulması sebeblerine dayalı olarak görevden alındığını,Turgut Beyin en büyük
endişesinin hayali ihracaat sebebiyle ihracaatın durabileceği ve ekonominin
bozulabileceği hususu olduğunu,
Kendisi ile iddia edilen hususun hukuk önünde ortaya çıktığını,aşk ilişkisinin
ve kripto meselesinin olmadığının yargı kararı ile kesinleştiğini,bu dava
sonunda 3 DGM Başkanının Yargıtay üyesi olmayı başardığını,davayı uzatmaları
karşılığı yargıtay üyesi yapılacaklarının taaahhüt edildiğini ve
yapıldıklarını,son kararı veren DGM Başkanının da Konya Devlet Güvenlik
Maahkemesine üye olarak sürüldüğünü,Yargıtaydan da bu konuda karar geldiğini,bu
konunun tamamen Türk siyasetinin,idaresinin hatta yargısının bir yüzkarası
olarak tarihe geçtiğini,
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine bağlı Toplumla İlişkiler
Başkanlığının yurtdışındaki işçi sorunlarıyla ilgili Bakanlar seviyesinde bir
koordinasyon komisyonunun olduğunu,Burada yurtdışındaki vatandaşlara sahip çıkma
şeklinde çalışmalar yapıldığını, TİB’in bundan başka Türkiye üzerinde Ermeni-Rum
tezviratına karşı savunma konusundaki psikolojik Hareket Projesi ve benzeri
projelerin bulunduğunu,Türk vatandaşı işçilerin diğer dinlerin misyoner
faaliyetlerine maruz kaldığı konusundaki ciddi iddialar üzerine Diyanet İşleri
Başkanlığınca DİTİB teşkilatlarının kurulduğunu,bunun gizliliği olan bir proje
olduğunu belirtmiştir.(Ek:188)
16-Hanefi AVCI 4.2.1997 tarihli ifadesinde; PKK’nın ciddi eylemleri
üzerine, Devletin PKK mensuplarına ve PKK’ya büyük destek veren kişilere karşı
hukuki olarak yeterince mücadele edemediğini düşünen bazı devlet görevlilerinin
hukuk dışı bir anlayışla görev yapmak gerektiğine inanmaya başladıklarını ve ilk
defa Güneydoğu’da JİTEM görevlisi Cem ERSEVER’in bu tür faaliyetler içerisine
girdiğini ve bunu takiben özellikle İstanbul da PKK’ya önemli ölçüde maddi
yardımda bulunan finans çevreleri ve uyuşturucu kaçakçılarına karşı yasal
mücadele yapılamadığı anlayışı ile illegal çalışacak gruplar oluşturulması ve
illegal mücadele edilmesi düşüncesiyle Emniyet, MİT ve Jandarma içinde böyle
grupların oluşturulduğunu ve eylemlerin başlatıldığını, neticede PKK’nın ve
diğer örgütlerin destekçisi aktif unsurların susturulduğunu, daha sonra faaliyet
gösterilecek zemin kalmayınca resmi görevli ve sivil kişilerden teşekkül
ettirilmiş olan bu grupların kendilerine menfaat temini uğruna mafya türü
birtakım yasadışı faaliyetlere giriştiklerini,
Bu grupların Emniyet, Mit ve Jitem içerisinde ayrı ayrı oluştuğunu, Emniyet
içerisinde Emniyet Genel Müdürü Mehmet AĞAR’a bağlı Özel Harekat Dairesi Başkan
Vekili İbrahim ŞAHİN’in başkanlığında özel harekatçılardan ve Korkut EKEN’e
bağlı sivillerden, MİT içinde Mehmet EYMÜR’e bağlı özel harpten geçmiş subaylar
ile aşırı ülkücü ve mafya denen insanlardan, JİTEM içinde kendilerine bağlı
kişilerden teşekkül ettiğini, Behçet CANTÜRK, Savaş BULDAN ve beraberinde
gelişen beş-on eylemin ve bazı bombalama eylemlerinin bunlar tarafından
yapıldığını, bunlara normal Polis ve Jandarmanın müdahale edemediğini, bunların
zengin işadamlarına müdahale ettiklerini ve haraca bağladıklarını, bir kısmının
basına intikal ettiği halde çok büyük kısmının intikal etmediği ve bu grupların
denetlenemez hale geldiğini, YEŞİL denilen kişinin önceleri Jandarma tarafından
Güneydoğu’da eleman olarak kullanılırken daha sonra bu gruplar içinde en büyük
para tahsilatçısına dönüştüğünü, YEŞİL’in şu anda MİT içinde Mehmet EYMÜR ve
arkadaşları tarafından resmen eleman olarak kullanıldığını, Ege Bölgesinde
JİTEM’e bağlı Yüzbaşı Sinan YAŞAR ve bazı assubayların mafya işlerine
giriştiklerini, bunların ve Ankara Jandarma İstihbarat görevlisi binbaşı Ali
YILDIZ’ın mafya örgütleriyle de görüşerek menfaat temin ettiklerini, Kocaeli
Jandarma Alay Komutanı Veli KÜÇÜK’ün mafyacılarla sıkı diyaloğunun olduğunu,
Nurullah Tevfik AĞANSOY’un yurtdışına kaçırılışını MİT görevlisi Yavuz ATAÇ’ın
organize ettiğini, Alaattin ÇAKICI ve adamlarına MİT tarafından yardımcı
olunduğunu,
Bursalı işadamı Erol EVCİL’in Alaattin ÇAKICI’yı birkaç defa kiralayarak
eylemlerde kullandığını, son defa da banka açmak istemesine mani olanları
etkisiz hale getirmesi için iki milyon dolara anlaştığını, ÇAKICI’nın durumu MİT
görevlisi Yavuz’a anlatarak birlikte plan yaptıklarını, Kocaeli çetesi olarak
basına yansıyan Hadi ÖZCAN’ın sürekli MİT ile görüştüğünü, MİT görevlisi assubay
Duran FIRAT’ın EYMÜR’ün temsilcisi ve kirli işleri ile ilgili olarak bütün
mafyacılarla irtibatta olduğu ve ayak işlerini yaptığını,
Tarık ÜMİT olayı ve Mehmet Ali YAPRAK’ın kaçırılması olaylarında Mehmet AĞAR ve
Mehmet EYMÜR’e bağlı gruplar arasında anlaşmazlık çıktığını,
Emniyet ile MİT arasında aslında bir çekişme olmadığını, olayın özünde Mehmet
AĞAR’la Mehmet EYMÜR’ün çelişkisi bulunduğunu, ancak bunun kendilerine bağlı
mafya gruplarına yansıdığını ve bunların birbirlerini öldürmeye çalıştıklarını,
İtirafçı Mustafa DENİZ üzerinde çıkan silah taşıma belgesinin yapılan görüşmeler
sonunda kendisine yardımcı olmak amacıyla bir idari tasarruf olarak kendisi
tarafından düzenlendiğini ve tabancanın Mustafa DENİZ’in Jandarma eri olarak
görev yaptığı karargah bölüğünün resmi tabancası olduğunu, daha sonra kendisine
taşıma ruhsatlı özel tabanca alıp bu tabancayı iade ettiği halde düzenlenmiş
olan belgenin alınmamış olduğunu, Cem ERSEVER’in öldürülmesi olayının o zamanki
Habur Gümrük Müdürü Ali BALKAN’ın Şoförü KEMAL’in yakalanması halinde
aydınlatılabileceğini,
Orhan TAŞANLAR’ın İstanbul Emniyet Müdürlüğüne gelirken bugün bilinen suçlardan
ve rüşvet suçundan yakalanıp yargılanmakta olan personeli beraberinde
getirdiğini, bunlarla İzmir Emniyet Müdürlüğünde birlikte çalıştığını, bunları
İzmir’den Ankara’ya ve Ankara’dan da İstanbul’a tayin ettirdiğini, İstanbul’da
bunların bu olaylara karıştıklarını, Orhan beyin belli bir grup siyasî
tarafından İstanbul’a getirildiğini, İstanbul’dan Bursa Valiliğine
gönderilmesinde kendi ifade ettiği gibi kumar mafyasının rolü bulunduğunu
zannetmediğin belirtmiştir.(Ek:189)
17- EMİN ASLAN 30.1.1997 tarihli ifadesinde; Yaşar ÖZ’ün pasaport
işlemlerinin çabuklaştırılması için zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet AĞAR’ın
talimat verdiğini, konunun basında çıktıktan sonra kendisi ile görüştüğünde
“gerektiğinde ben onunla ilgili açıklamayı yapacağım, o talimatı zamanında ben
size vermiştim” dediğini, Yaşar ÖZ ve Tarık ÜMİT’i Emniyet Genel Müdürü Özel
Kaleminde gördüğünü belirtmiştir. (Ek:190)
18- MEHMET AĞAR 16.1.1997 tarihli ifadesinde; Emniyet Genel Müdürlüğü
görevine tayin olduğu vakit Türkiye’nin en önemli meselesinin terörle mücadele
olduğunu, turistik bölgelerimizdeki patlama eylemleri sonucu turizmde büyük
çöküntü olduğunu, Güneydoğunun dışında büyük şehirlerimizde öldürme ve patlama
olaylarının devam ettiğini, yeni çalışma düzeni kurarak istihbarat ve terörle
mücadele birimleri ile eğitim çalışmalarına ağırlık verdiklerini,
teçhizatlanmayı artırdıklarını ve bunların neticesinde de göreve başlamasından
bir yıl kadar sonra terör ve önemli asayiş olaylarında yüzde 95 civarında düşme
olduğunu, bazı bölgelerde sıfırlandığını,
Hakkında ortaya çıkan bazı kişilere usulsüz silah taşıma belgesi, kimlik, yeşil
pasaport tanzim edilmesi gibi iddialarla ilgili olarak mahkemelere intikal etmiş
konular olması ve Anayasanın 138. maddesi gereği bilgi vermesinin mümkün
olmadığını,
Ömer Lütfi Topal’ın failleri olarak ihbar üzerine İstanbul emniyet Müdürlüğünce
alınan özel tim polislerinin Emniyet Müdürü tarafından konunun kendisine
anlatılıp serbest bırakacaklarını söylemesi ve bunları bir de kendi Daire
Başkanlığının tetkik etmesinin ve hassasiyetle üzerinde durulmasının uygun
olacağı görüşüne varmaları üzerine Ankara’ya getirttiğini,
Uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin BAYBAŞİN’in 1983 yılında İstanbul İkinci Şube
Müdürü iken zorla senet imzalatma ve gasp suçundan yakalayıp tevkif ettirmesi
yüzünden MED TV’de hakkında iftiralarda bulunduğunu,
1988 MİT Raporunda adının geçmesi üzerine zamanın emniyet Genel Müdürüne ve
Başbakanına hakkında tahkikat açılması için müracaatta bulunmasına rağmen
açılmadığını Başbakanlık Teftiş Kurulunca yapılan tahkikat hitamında da
iddiaların aslı çıkmadığını belirtmiştir. (Ek:191)
19- DOĞU PERİNÇEK 24.12.1996 tarihli ifadesinde; 1981 yılında Abdullah
ÇATLI ile MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram ABBAS’ın buluştuğunu ve kendisinin bunu
çok anlamlı bulduğunu, çünkü Türkiye’nin 12 Eylül’e bir istikrarsızlaştırma
operasyonu ile getirildiğini, 12 Eylül günü CIA Ortadoğu İstasyon Şefi Paul
HENZE’nin Amerika’ya, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarımızı kastederek
“Our boys have done” (bizin oğlanlar bu işi becerdi) şeklinde mesaj çekmesinin
12 Eylül’ün tamamen Amerikan Devleti tarafından planlandığını gösterdiğini, 12
Eylül öncesindeki olaylarda CIA ve Amerikan faaliyetlerini aramak gerektiğini ve
bunda Abdullah ÇATLI’nın özel bir rolünün gözüktüğünü, Hiram ABBAS ve Mehmet
EYMÜR’ün CIA’nın MİT içindeki elemanları olduklarını, ÇATLI ve arkadaşlarının
Amerika’ya götürülerek CIA’de eğitimden geçirildiklerini, ÇATLI’nın İsviçre
Bostadelle Cezaevinden eroin kaçakçılığından mahkum olduğu ve infazı bitmediği
halde CIA tarafından çıkarıldığı, ÇATLI ekibinin 1981’den sonra doğrudan doğruya
Amerika’nın kontrolü altına girdiklerini ve buna bağlı olarak da Tansu ÇİLLER ve
Özer ÇİLLER ile irtibatlandıklarını, kendilerinin buna Çiller Özel Örgütü
dediklerini, bu örgütün; birinci olarak Amerika Birleşik Devletlerinin bir
yeraltı faaliyeti olarak gördükleri Azerbaycan Darbesi olayına giriştiğini,
halbuki Haydar Aliyev’i devirmekte Türkiye’nin hiçbir çıkarı bulunmadığını, o
zamanki Başbakan Tansu ÇİLLER’in bu darbe faaliyeti içinde yer aldığını ve bunun
da ÇATLI’larla Tansu ÇİLLER arasındaki bağlantının kanıtlarından olduğunu,
Özel bir görüşmede Haydar ALİYEV’in ÇİLLER bu darbede var mı sorusuna “ÇİLLER
bugün Türkiye’nin Başbakan Yardımcısı, bunu açıklayıp Türkiye-Azerbaycan
ilişkilerini bir krize sokamam ki” cevabını verdiğini,
İkinci olarak, Çeçenistan’a silah ve adam gönderdiğini, bunun neticesinde Rusya
Başkanının Moskova’da basını toplayarak “Türkiye Çeçenistan’a silah ve adam
yolluyor, onların da kürt meselesi var, biz de onu mu karıştıralım” diyerek
Türkiye’yi tehdit ettiğini ve bundan sonra PKK’nın Moskova’da bürosunu
kurduğunu, Türkiye’nin Çeçenistan’ı, Rusya’nın da kürt meselesini
karıştırmasının sadece Ameriya’ya yarayacağını, Amerika’nın böylece her iki
devleti kontrol edeceğini, bunun da Orta Asya doğalgaz ve petrol boru hatlarıyla
ilgili olduğunu, Rusya ile Türkiye’nin sürtüşmesiyle bu boru hatlarının
Amerika’nın tam denetimi altına gireceğini,
Üçüncü olarak, İran’la savaşı kışkırtmak istediğini, İran’ın başında kim olursa
olsun, Türkiye’nin İran’la dost olmaya mecbur olduğunu, Abdullah ÖCALAN ile
görüşmesinde, kendisine “biz İran tarafından korunuyoruz” diye İran tarafından
korunduklarını kendisine beyan ettiğini, Amerika’nın Dışişleri Bakanlığı,
Savunma Bakanlığı, Pentagon ve CIA’ye yakın yarı resmi organlardan izlediği
tespitlere göre, sürekli bir Türkiye-İran çatışması senaryosunun bulunduğunu,
Türkiye ile İran’ın, birbirlerini, aleyhlerinde faaliyet gösteren PKK ve Halkın
Mücahitleri örgütlerini himaye etmekle suçlayacaklarına dış ticaret hacmimizi
nasıl 10 milyar dolara çıkartırız, işbirliğimizi geliştiririz, kürt meselesinin
bölgede Amerika tarafından kullanılmasını birlikte nasıl önleriz diye kafa
kafaya vermeleri gerektiğini,
Dördüncü olarak, Çin’in Uygur bölgesine sabotaj timleri gönderildiğini,
kendisinin durumu Sayın Cumhurbaşkanına mektupla bildirmesi üzerine Genelkurmay
Başkanınınbu faaliyeti dudurduğunu,
Beşinci olarak, Kuzey Irak’taki CIA faaliyetlerine karıştığını, bütün bunların
Amerikan çıkarlarına hizmet eden faaliyetler olduğunu,
Çiller Özel Örgütünün PKK ile aynı çanaktan beslendiğini, PKK’nın Suriye’den
getirdiği uyuşturucuyu bunların alarak Ege güzergahı denen yol üzerinden
Avrupa’ya sevkettiklerini, Abdullah ÇATLI’nın Hollanda, Hüseyin KOCADAĞ’ın da
Fransa bağlantısı olduklarını, Hollanda ve Fransa’da ayakları olduğunu, sol
maskeli örgütleri de eroin işinin içine çekerek kontrol altına aldıklarını,
Amerika’nın PKK’ya müsamaha gösterdiğini, çünkü, Türkiye’ye “benim kriz
bölgelerinde müdahale gücüm olacaksın” dediği ve “Kuzey Irak’ta bir Kürdistan
kurulacak, sen de bunu himayen altına alacaksın” planını dayattığını, Turgut
ÖZAL-ÇİLLER çizgisinin, bu dayatma olan Kuzey Irak’ta bir kürt devleti kurulsun,
biz de bunu himaye altına alalım, Musul-Kerkük petrollerinden de yüzde 5-yüzde 6
hisse alalım olduğunu, Amerika’nın “Irak’ı böleceğiz, ya siz geçin bu Kuzey
Irak’taki kürt devletinin başına ve onu koruyun veyahut da biz bu işi İran’a
vereceğiz. Siz yapmazsanız İran’a vereceğim ve Türkiye bölünecek” açıkça “ya
büyüyeceksin ya küçüleceksin” dediğini, bu Kürt devleti himaye altına alındığı
takdirde İran’la, Arap dünyası ile Rusya ile hatta Avrupa’yla cephe cepheye
gelineceği, bir tek Amerika ile birleşileceği, Amerika’ya bağlı bir Kürdistan,
ikinci bir İsrail oluşmasını Avrupa’nın iyi karşılamayacağını, Türkiye’nin
Amerika’dan başka hiçbir seçeneği kalmayacağını,
Çekiç Güç’ün Kürt devletinin kurulması amacıyla Kuzey Irak’a yerleştirildiğini,
Irak’ın bölünmesine hizmet ettiğini, gıda yardımı ve insani yardım adı altında
Kuzey Irak’a birtakım silahlar götürdüğünü, Eşref BİTLİS’in bu ve benzeri
durumları tespit ederek Genelkurmay Başkanlığına raporlar halinde bildirdiğini,
Doğan GÜREŞ’in Amerika’nın kriz bölgelerine müdahale gücünü benimsediğini, Eşref
BİTLİS’in ise “Biz Amerika’nın kriz bölgelerine müdahale gücü olursak
parçalanırız” dediğini,
Irak’a ambargonun boşluğunu Türkiye devletinin eroin ticaretiyle doldurduğunu,
resmi makamlara göre Irak’a ambargo yüzünden 40-50 milyar dolar kaybettiğimizi,
Türkiye’nin dışa satımıyla dış alımı arasında 20 milyar dolar fark olduğunu,
yılda 8 ila 15 milyar dolar eroinden girdiğini, Irak’a fasulye, mercimek,
buzdolabı satmaktan kaybetmiş olduğumuz kazancı eroin satarak doldurduğumuzu,
Türkiye ekonomisinin eroine bağımlı hale geldiğini, Amerika’ya bağımlılığın
Türkiye’yi bu hale getirdiğini,
Eşref BİTLİS’in uçağının buzlanmadan, pilot hatasından ve uçak yapım hatasından
düşmediği gerçeklerinin teknik ve bilimsel açıklamalarla tespit edildiğini,
Doğan GÜREŞ’in uçağının düştüğünün ertesi günü alelacele hiçbir ciddi araştırma
yaptırmadan ve uzman olmayan subaylardan bir heyet kurdurarak rapor tanzim
ettirdiğini ve buzlanma oldu diye kendi arkadaşının ortadan kaldırılması
hakkında yalan beyanda bulunduğunu, Eşref BİTLİS’in Cem ERSEVER ve çevresindeki
20 kadar subay tarafından ortadan kaldırıldığını, Cem ERSEVER’in büyük suçlar
işlediği ve büyük açıkları bulunduğundan üzerine gidilmesi söz konusu iken
ordudan istifa ettiğini, Aydınlık’a gelerek yaptığı açıklamalar arasında “Eşref
BİTLİS suikasti’ni açıklarsam yer yerinden oynar” dediğini, daha sonra da
Abdullah ÇATLI’lar tarafından Başbakanlık Poligonunda sorguya çekildiğini ve
Eşref BİTLİS suikastindeki rolü nedeniyle ortadan kaldırıldığını,
Uğur MUMCU’nun öldürülmesinde İran’ın MOD adlı yeraltı kuruluşunun önemli rolü
bulunduğunu, MOD’u ABD’nin büyük ölçüde kontrol ettiğini, eroin işine girdiğini
ve içinde Şah döneminden kalma SAVAK ajanlarının çalıştığını, Lazım ESMAELİ ve
Asgar SİMİTKOV’u öldüren İranlıların da bu örgütten olduklarını, İran Dışişleri
Bakanı Mumcu suikastinden sonra Türkiye’ye geldiğinde konunun sorulması üzerine
“Biz, 25 milyar doları kapsayan bir doğalgaz ve petrol anlaşması yapmak için
Türkiye’ye geliyoruz, tam geldiğimizden bir gün önce böyle bir suikast yapıp
Türkiye ile ilişkilerimizi berhava etmenin hangi mantığa sığdığını açıklamak
lazım” dediğini ve kendilerinin de bunun doğru olduğu kanısında olduklarını,
burada İran’ın bir çıkarı olmadığını,
ABD’nin raporlarında “Kemalizmin modası geçti, Türkiye’ye ılımlı İslam gerekli,
Türkiye’nin kimliği ılımlı İslam olmalı” dendiğini, bizim kültürel kimliğimizi
Amerika’nın belirlediğini ve bunun da “Ilımlı İslam” olduğunu, bu sebeple
Amerika’nın, Kemalizmin bugünkü temsilcileri ve savunucuları olan Uğur MUMCU,
Bahriye ÜÇOK ve Muammer AKSOY’u öldürterek Kemalizmi savunanlara gözdağı
operasyonu yürüttüğünü,
Dışişleri Bakanlığını CIA’nın kontrolüne alamayacağı için ÇİLLER tarafından bir
CIA istasyonu kurulduğunu ve arkasından Dışişleri Bakanlığının by-pass
edildiğini, ÇİLLER’in Başbakan olunca dış Türkler arasında koordinasyonu
sağlamak için bir Başbakanlık Müşavirliği kurduğunu ve başına kayınpederi CIA
ajanı olan, Amerika bağlantıları bilinen kayınpederi emekli Deniz Yüzbaşı Kamil
YÜCEORAL’ı getirdiğini ve bunun eline muazzam devlet imkânları verdiğini, 500
milyar liralık örtülü ödeneği de bunun üzerinden kullandığını, Raşit DOSTUM’la
da ilişkileri bulunduğunu, Raşit DOSTUM’a 3 milyon dolar gönderdiklerini,
gönderilen 4 milyon doların da kayıp olduğunu,
Kamil YÜCEORAL’ın da bir CIA istasyonu olarak ve MİT’teki Özer ÇİLLER’in adamı
Tolga ATİK ile beraber çalıştığını, bunların Gaziosmanpaşa Koz Sokak ve Hoşdere
Caddesinde yerleri olduğunu, buralarda olağanüstü donatım ve dinleme araçları
bulunduğunu, Mesut YILMAZ’ın evi dahil çeşitli yerlerin dinlenmesinin bu
istasyon tarafından yürütüldüğünü,
ÇİLLER’in Amerikan vatandaşı olup, 1971 yılından beri ABD Dışişleri Bakanlığına
hizmet veren “çağrılı görevli” olduğunu, sözleşmeli ya da kadrolu olmayıp davet
üzerine görev yaptığını, “güvenilir eleman” olarak nitelendirildiği için ihtiyaç
halinde görevlendirildiğini, resmi görevinin Kuzey Afrika ve Ortadoğu Dairesi
Savunma Sanayiinden Sorumlu Sekreteryada görevli Davetli Personel olduğunu, ABD
Adana Konsolosu Elizabeth SHELTON ile bağlantılı olduğunu,
GAP Bölgesinde İsrail ile ilişkili olarak Sedat BUCAK’lar tarafından geniş
araziler kapatılmakta olduğunu ve bu faaliyetin Shelton tarafından
denetlendiğini, uyuşturucu trafiğinde de etkin bir rol oynayan BUCAK’ların bu
faaliyet sırasında İsrail ile de işbirliği içinde olduklarını,
ÇİLLER ve AĞAR’ın Türk Hava Yolları aracılığı ile eroin ticareti yaptıklarını ve
bu işte HAVAŞ’ı kullandıklarını, HAVAŞ’ın şimdiki ortaklarından birinin Mehmet
AĞAR’ın kardeşi Yunus AĞAR olduğunu ve Yunus AĞAR’ın eroin işinde kilit bir
insan olduğunu, Almanya’da eroin ile yakalandığını, Turgay CİNER ile yakın
ilişkisi olduğunu, eroin kaçakçısı Baybaşin’in, Mehmet AĞAR ile birlikte eroin
kaçakçılığı yaptığını çok ayrıntılı bir şekilde ince ayrıntılarına kadar
Aydınlık Gazetesinde anlattığını ve bunun ses kaydının yapıldığını,
Özer ÇİLLER’in eroin işinde olduğunu gösteren bilgi ve belgelerin önümüzdeki
dönemde çıkacağını, nükleer madde kaçakçılığında Özer ÇİLLER’in olduğunu,
Almanya’da, Lakoza adında Deguza denen Alman Kimya Sanayi tekelinin paravan
şirketiyle anlaşmalar yaptıklarını, Osmiyum, Uranyum gibi nükleer maddeleri
sattıklarını, İran’a da bu maddeleri sattıkları, İran’a satıştaki ilişkilerin
öldürülmüş olan Esmaili ve Simitkov adındaki MOD ajanları üzerinden olduğunu,
Abdullah ÖCALAN’ın Körfez Savaşından sonra “Mesut Barzani ve Talabani
Amerika’nın desteğiyle bir kürt devletçiliği kurdular, demek ki Amerikan
desteğiyle bu iş oluyor ve Amerika gelip Ortadoğuya büyük bir güç olarak oturdu,
ben de Amerika’ya ve Batı’ya yaslanarak ve insan hakları gibi heyetleri tahrik
ederek bir durum yaratabilir miyim” politikasına girdiğini, Öcalan’ın Suriye’nin
elinde rehin olduğunu, hiçbir yere çıkamayacağını, Suriye devletinin resmi
politikalarının dışında hiçbir şey yapamayacağını ve Suriye ile bağlantısının
memurluk düzeyinde olduğunu belirtmiştir.(Ek192):
20- NECDET MENZİR 23.01.1997 tarihli ifadesinde; İstanbul Emniyet
Müdürü iken, Emniyet Müdür Yardımcısı Mestan ŞENER’in telefon ederek, bir evde
yapılan aramada iki yeşil pasaport, iki silah ve bu silahların ilgili tarafından
taşınabileceğini ifade eden yazılı emir bulunduğunu, daha sonra da Emniyet Genel
Müdürü Mehmet Ağar’ın bunların Emniyet Genel Müdürlüğüne gönderilmesi talimatını
verdiğini bildirdiğini, kendisinin de “madem talep ediliyor şahsın aranıp
aranmadığına, silahların bir olayda kullanılıp kullanılmadığına bakın ve mutlaka
mevcut bu evrakları kurye marifetiyle gönderin” dediğini, iddiaların kendisine
bildirildiğine göre, pasaportların devlet tarafından verildiğini ve belgelerin
de yine devlet tarafından düzenlendiğini, bu durumda sahteliklerinin söz konusu
olamayacağını, ancak, sahte bir evrakın düzenlenmesinin söz konusu olacağını,
Adliye’ye müteallik bir işlemin olmasına cevap verecek bir durumun da
olmadığını,
Sonradan araştırdığında Adana havaalanında bir kişinin sahte pasaport veya sahte
vizeyle ele geçirildiğini ve bu kişinin bunu Yaşar Öz’den temin ettiğini, onun
marifetiyle aldığını söylediğini, Adana Emniyet Müdürlüğünün de İstanbul Emniyet
müdürlüğüne “Yaşar Öz’ün bir olaya katıldığı, böyle bir şeyi tanzim ettiği iddia
olunmaktadır, şahsın yakalanarak ifadesinin alınmasını ve nüfus cüzdan suretinin
gönderilmesini, başka bir suç unsuru var ise adliyeye sevki” şeklinde yazı
gönderdiğini, yapılan araştırmada Yaşar Öz’ün İnterpol ile Emniyet ve Adalet
makamları tarafından aranmadığının anlaşılması üzerine silahların incelenmesi ve
gerekli zabıtların düzenlenmesinden sonra Emniyet Genel Müdürüne hitaben
“yapılacak soruşturmaya esas olmak üzere, değerlendirilmek maksadıyla evraklar
ve silahlar ilişikte gönderilmiştir” şeklinde yazılıp gönderildiğini, sonradan
yaptığı incelemede pasaportların devlet tarafından verildiği ve belgelerin de
yetkililer tarafından düzenlendiğinin, Yaşar Öz’ün yapılacak olan bir istihbarat
operasyonunda devlet tarafından kullanılacağının söylendiğini öğrendiğini, daha
sonra zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ile karşılaştığında konuyu
sorunca “büyük bir operasyon hazırlanıyor bu istihbarat ile ilgili, bunlardan da
istifade edilmesi için biz bu hazırlığı yapmıştık, çalışma devam ediyor”
şeklinde cevap aldığını,
Ömer Lütfi Topal’ı tanımadığını, kendi İstanbul Emniyet Müdürlüğü zamanında o
alemin ve yeraltı dünyasının zapturapt altına girdiğini,
Yurtiçinde ve yurtdışında birkısım insanların devlete hizmet için çalışmalarının
yasal bir zemine oturtulması gerektiğini, ihtisas mahkemeleri kurulmasının,
savcı ve hakimlerin de belirli konularda uzmanlaşmalarının faydalı olacağını,
suçların takibinde teknolojik gelişmelerden mutlaka istifade edilmesi
gerektiğini belirtmiştir. (Ek:193)
21-NURİ GÜNDEŞ 28.01.1997 tarihli ifadesinde; 1965-1984 yılları
arasında İstanbul’da MİT Bölge Daire Başkanlığı’nda Şube Müdürü, Bölge Daire
Başkan Yardımcısı ve Bölge Daire Başkanı, 1984-1986 yılları arasında da
Ankara’da MİT Müsteşarlığında Yurtdışı İstihbarat Başkanı, 1993-1994 yıllarında
da Başbakanlık İstihbarat Başdanışmanı olarak görev yaptığını,
Abdullah Çatlı’nın 1977 yılından beri hedefleri olduğunu, kullanılıp
kullanılmadığını bilmediğini, istihbarat için Ermeni olanları da kullandıklarını
belirtmiştir. (Ek:194)
22- DENİZ GÖKÇETİN 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 1995 yılı Kasım
ayında asayişten sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı olarak İstanbul Emniyet
Müdürlüğünde göreve başladığını ve başarılı bir çalışma sürdürdüklerini,
Ahmet Çetinsaya’nın yeğeni Ömer Çetinsayan’ın Don Petro Disco’daki hisselerini
tehdit etmek suretiyle Söylemezler’in aldığını, Ömer Çetinsaya’nın göstereceği
adreslerde sanık araması yaparken Kızıltoprak’taki büroyu tespit ettiklerini ve
buraya tesadüfen komiser muavini ile Ömer Çetinsaya’nın gittiklerini, büroya
önce komiser muavininin girdiğini, içerdeki şahısların komiser muavininin
silahını alıp yere yatırarak etkisiz hale getirdiklerini, içeriden gelen sesleri
duyan Ömer Çetinsaya’nın içeriye girip bu durumu görmesi üzerine silahını çekip
çatışmaya girdiği ve bu sırada SÖYLEMEZLER’in adamı olup daha önce Ankara’da
Rumork Disco önünde Sedat Bucak’ın yeğenlerini öldüren sanıklardan Sait Aydın’ın
öldüğünü, olayın tahkikatını yaparak ele geçen sanıkları adliyeye
gönderdiklerini ve firarda olan aralarında Faysal Söylemez ve Sena Söylemez’in
de bulunduğu sanıkları yakalamak için ekipler oluşturduklarını, ancak, bu sırada
İl Emniyet Müdürlüğüne getirilen Kemal Yazıcıoğlu’nun kendisinin görev yerini
değiştirdiğini, bunun üzerine yıllık izne ayrıldığını, izinde iken de kendi
görevlendirdiği ekiplerin Adana otoyolunda Söylemez Kardeşleri yakaladıkları,
bunlardan Faysal Söylemez’in ifadesinde, Başkomiser Halim Apaydın aracılığı ile
kendisine para verdiğini söylediğini, bunun yalan olduğunu ve Faysal Söylemez
ile Halim Apaydın’ın Mahkemede “ biz polisteki ifademizi işkence sonucunda
verdik, böyle birşey söylemedik” diyerek yalanladıklarını, rüşvetin oluşabilmesi
için bir işin yapılmış olması gerektiğini, halbuki Söylemezler tahkikatında
yaptıkları bir usulsüzlüğün bulunmadığını, işkenceden suçlandıklarını, hem
işkence yapmanın hem de rüşvet almanın mümkün olamayacağını,
Suçsuz olduğu ve cezaevinde can güvenliğini düşündüğü için teslim olmadığını,
ağır ceza mahkemesinin delil toplama safhasının uzun olmasının da bunda etkili
olduğunu, birinci duruşmada teslim olunduğu takdirde altı duruşma süresince
cezaevinde yatılacağını,
Çok başarılı bir meslek hayatı olduğunu, 40 takdirname aldığını, medyanın iddia
ettiği gibi Söylemezler Çetesinin üyesi olmadığını, hiçbir endişesi olmadığını
ve gerçeğin çıkacağını, kaçmasının sebebinin de bu olduğunu belirtmiştir.
(Ek:195)
23- SEDAT DEMİR 2.03.1997 tarihli ifadesinde; İstanbul Emniyet
Müdürlüğünde Asayiş Şube Müdürü olarak görev yaparken İl Emniyet Müdürü’nün
değiştiğini, Emniyet Müdürlüğü emrine alındığını, daha sonra da Kars iline
tayininin çıktığını,
Söylemezler’le ilgili çalışmaları kendilerinin başlattığı halde yeni gelen
yöneticilerin, bunların kendileri tarafından korunduğu şeklinde yanlış bilgiler
verdiğini, Söylemezler ile ilgili olarak Polis, Savcılık ve Mahkeme aşamasında
herhangi bir suçlamanın bulunmadığını, arkadaşına sattığı evi, o arkadaşını
irtikap ederek sattığından dolayı tutuklandığını,
Ruhsatsız olan kumarhaneleri ve gazinoları büyük baskılara rağmen Polis Vazife
ve Selahiyetleri Kanununa göre re’sen kapattıklarını, Ömer Lütfi Topal’ı gıyaben
tanıdığını, gıyabi tutuklamasının kendilerine gelmediğini, kendisine ve
kumarhanelerine müsamaha göstermediklerini, komploya kurban gittiklerini,
Söylemezler’i korumadıklarını belirtmiştir. (Ek:196)
24- AYHAN ÇARKIN 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 1986 yılında gittiği
Diyarbakır Özel Harekat Şube Müdürlüğündeki görevinden 1990 yılında İstanbul
Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü operasyon grubuna geldiğini ve yasadışı
örgütlerin operasyonlarına bilfiil katıldığını, bu operasyonlardan dolayı halen
sekiz davasının devam ettiğini, 8 Ağustos 1995 tarihinde de Şanlıurfa
Milletvekili sayın Sedat Bucak'ı korumak üzere görevlendirildiğini,
Kamuoyunda Susurluk diye adlandırılan olaydan dolayı çete suçlamasıyla tutuklu
bulunduğunu, Abdullah Çatlı'yla münasebetlerini ve Ömer Lütfi topal cinayeti ile
ilgili Cumhuriyet Savcılığına ve Devlet Güvenlik Mahkemesine ifade verdiğini ve
bu ifadelerin aynen geçerli olduğunu,
Sedat Bucak'ın ismini yapmış olduğu görevler dolayısıyla Diyarbakır'da
duyduğunu, PKK'ya karşı verdiği mücadeleyi ve bu uğurda kayıplar vermiş olduğunu
bildiğini ve buradan bir gönül bağı doğduğunu, Ankara'da Daire Başkanlığına
geldiğinde de tanıştıklarını, biribirlerini sevdiklerini, koruma konusu gündeme
geldiğinde kendisine teklifte bulunduğunu ve seve seve kabul edeceği cevabını
verdiğini, sonra da Sedat Bucak'a koruma olarak görevlendirildiğini,
görevlendirilmeden önce de Ankaradaki bürosuna gittiğini, ibrahim Şahin'in de
gidip geldiğini, Abdullah Çatlı'yı da Mehmet Özbay olarak ikibuçuk yıl önce bu
büroda tanıdığını, çok iyi dostça ilişkileri olduğunu, kazaya kadar Mehmet
Özbay'ın abdullah Çatlı olduğunu bilmediğini,
Mehmet Özbay'ın 1994 sonlarında kendi gözü önünde TBMM'ne kimliğini vererek
girdiğini, Anavatan Partisinin Balgat'taki binasına da iki sefer girdiğini,
Mehmet Özbay vasıtası ile Haluk Kırcı, Sami Hoştan ve Fevzi Bir ile de
tanıştığını, Ömer Lütfi Topal ile hiçbir ilişkileri olmadığını, Hüseyin Kocadağ
ile Diyarbakır'da Özel Harekat Şube Müdürü iken operasyonlarda defalarca yan
yana ölümü paylaştıklarını,
Hüseyin Kocadağ'ı Mehmet Özbay ile birlikte görmediğini, Drej Ali ile Mehmet
Özbay'ın beraber olduklarını,
Kanal D TV kanalında kendisi ile ilgili "İstanbul Emniyet Müdürlüğü Asayiş
Şubesinde eroin krizine girip infiale kapılarak devlet için cinayetler işlediği"
şeklindeki yayın üzerine kendisini savunmak için Hürriyet Gazetesinin binasına
giderek Rahmi Turan'a "benim kişilik haklarıma, benim aileme saldırıyorsunuz, bu
hakkı size kim veriyor, sizi çocuklarınızı öldürürüm, size evlat acısı
yaşatırım, çünkü benim de evladım var, bana eroinman, bana katil, bana şerefsiz
dediniz, aylardır Kemal Yazıcıoğlu müdürümle, polisin, birbirimizin arasını
açtınız.." dediğini, Rahmi Turan'ın odasında kendisine "canlı yayına çıkarmısın,
10 milyar lira para verelim" teklifinde bulunulduğunu, "ben kendimi parayla
satmam, Özel Harekatcıyı satın alacak para daha basılmadı" cevabını verdiğini,
oradan HBB'ye giderek Behiç beyle görüşüp programa çıktığını, bundan amacının
ailesine karşı olan sorumluluğu olduğunu,
Yaşar Okuyan ve Agah Oktay Güner'in kendisini Almanya'ya Mesut Yılmaz'ın
kardeşinin yanına göndereceklerini, kendileri ile dolaylı teması olduğunu ve bu
durumu mahkeme safhasında ispat edeceğini, Yalova'da sayın Okuyan ile görüşen
veya ikili ilişkileri olan bazı şahıslar tarafından bu teklifin kendisine
iletildiğini, Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmesi olayının, Topal'ın ortağı Sami
Hoştan'ı Mehmet Özbay vasıtası ile tanımış olmalarından dolayı kendilerine
yüklenilmek istendiğini, sürekli olarak kendilerinin yapabileceği imajının
işlendiğini, katil olmadığını, bu olaydan dolayı 17 milyon dolar aldığının
söylendiğini,
Ömer Lütfi Topal'ı öldürmediklerini, görmediklerini, tanımadığını ve hiçbir
şekilde hiçbir ilişkilerinin olmadığını,
ANAP Genel Başkanı'nca ve Sayın Eyüp Aşık'ın kamuoyuna "kaset var, belge var,
itiraf var, bunu İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu'ndan öğrendik,
netleştirdik" şeklindeki beyanları üzerine "kaset var ve ne konuştuğum ortada"
dediğini,
Hakkındaki ihbardan sonra Asayiş Şubesine kendisinin gittiğini ve gözaltına
alındığını, Topal olayı konusunda sorgulandığını, neticede "bu konuyla ilgili
şubemizce gözaltına alınan bu şahıslar anılan öldürme olayı ile ilgileri
olmadığı anlaşıldığından, fakat konunun önemine binaen bağlı bulundukları Daire
Başkanlığı bünyesinde tetkik edilmesi" şeklinde tutanak tanzim edildiğini, orada
da bir müddet sorgulama ve araştırma yapıldığını, herhangi bir suçları
bulunamayınca konunun kapandığını,
Üç beş tane özel timcinin üzerinden polis teşkilatının yıpratılmaya
çalışıldığını, bir suç işlemişse yalnız kendisinin yargılanması gerektiğini,
kendi yüzünden müdürlerini ve bütün teşkilatı kimsenin yargılamaya hakkı
olmadığını,
Kendilerini çete olarak nitelendirenlerin bunu belgelendirmeleri gerektiğini, bu
suçlamada bulunan kişi ile bütün operasyonları beraber yaptıklarını,
Mahkemelerdeki illegal örgütlerle ilgili davalarda kendisinin yargısız infaz
suçlamaları ile yargılanmakta olduğunu,
Ömer Lütfi Topal'ın oğlunun, babasının katillerini bulana büyük miktarda para
ödülü vereceğini vaadettiğini ve bu paranın Kadıköy'de bir yerde emniyet mensubu
kişiler tarafından paylaşıldığının konuşulduğunu, bu konunun araştırılması
gerektiğini belirtmiştir. (Ek:197)
25- Oğuz YORULMAZ 28.02.1997 tarihli ifadesinde; Ömer Lütfi Topal'ın
öldürüldüğü tarih olan 28 Temmuz'daki olay esnasında Bakırköy'de Rıfat Usta
isimli restorantta yemekte olduğunu, masasında bir komiser arkadaşının da
bulunduğunu, lokanta sahibinin de bir ara polis masası diye gelerek bir süre
oturduğunu, kendisinin onu şahit göstermediğini,
PKK'yı ve Dev-Sol'u belli bir ideolojisi olan, bir lideri olan, uyuşturucu
kaçakçılığıyla ya da silah kaçakçılığıyla finanse olan örgüt gibi gördüklerini,
fakat öyle olmadığını, bunların sempatizanları, köşe yazarları ve medya
spikerlerinin bulunduğunu, "siz gidin dağda tetik çekin, biz buradan başka
şekilde sizi destekleyelim" dediklerini,
Dev-Sol'un cezaevinde kendilerini öldürmeleri için İBDA-C'ye 300 bin dolar
teklif ettiğini, bunun gerçekleşmesi halinde, 5-6 özel timcinin öldürülmesi
halinde örgütün güzel bir yere geleceğini, çünkü kendilerinin mahkemelerde
yargısız infaz iddiası ile yargılanmakta olduklarını,
Ziya Bandırmalıoğlu ve Ayhan Çarkın'ın çocuklarının sünnet düğününe katıldığını,
bu düğüne Sedat Bucak'ın gelemediği için kendisini temsilen aşiretinden 3-4
kişiyi gönderdiğini, Mehmet Özbay'ın da gelerek Ziya'nın çocuğunun kirvesi
olduğunu, Sedat Bucak ile Siverek'e gittiğinde bir defa Mehmet Özbay'ı orada
gördüğünü belirtmiştir. (Ek:198)
26- Ercan ERSOY 28.2.1997 tarihli ifadesinde; 1977 yılında Polis
Kolejini bitirdiğini, 1980 yılında ise şimdiki adı Polis Akademisi olan Polis
Enstitüsü son sınıf öğrencisi iken disiplin puanlarının yükselmesi yüzünden
mezun olamadan okuldan atıldığını ve Polis Memuru olarak Merzifon’da göreve
başladığını, daha sonra meslekten de ihraç edildiğini ancak Danıştay’a açtığı
davayı kazanarak döndüğünü, Özel Harekat kursunu bitirdiğini, Siirt ve İzmir’de
çalıştıktan sonra Özel Harekat Daire Başkanlığına tayininin çıktığını, kendi
isteği ile tekrar İzmir’e döndüğünü, Özel Harekat Şubesinde çalışırken kendi
isteği ile 1995 yılında ayrılarak karakolda çalışmaya başladığını, emekli olmayı
düşündüğünü Güneydoğuda görevli iken korumalığını yaptığı, tanışıp dost olduğu
Sedat Bucak’a söylediğinde “eğer çalışmaya niyetim varsa, bana koruma verecekler
gelir misin” diyerek koruması olmasını teklif ettiğini, teklifi kabul ettiğini
ve daha sonra da tayini çıkınca Sedat Bucak’ın yanında koruma olarak göreve
başladığını ve kazadan sonra açığa alınıncaya kadar bu görevinin devam ettiğini,
olay günü de birlikte olduklarını,
Kazadan önceki pazar sabahı, kaza yapan mercedes oto ile Sedat Bucak, kendisi,
Gani, Mustafa ve Enver İstanbul’a giderek Hilton Oteline yerleştiklerini, o gece
otelden çıkmadıklarını, otele kendi aşiretinden Seyit Ahmet ile Fevzi beyin bir
emlakçıyla beraber geldiğini, bunların beraberlerinde Altınoluk tarafında
Burhaniye Dalköy denilen yerdeki bir arazinin tapu ve benzeri belgelerini
getirerek gösterdiklerini, İstanbul’a vardıklarının ikinci günü taziye için Ali
YASAK’ın şirketine gidip otele döndüklerini, sabahleyin Ankara’da Sedat Bucak’ın
yazıhanesinde tanıştığı Mehmet Özbay’ın da otele geldiğini, kahvaltıdan sonra
Sedat Bucak’ın kendisine anahtar uzatarak “Ercan, Gani’yle beraber inin, bir
araba daha geldi, sizin eşyaları ona koy, Mehmet bey de bizle beraber gelecek”
dediğini, bahsedilen arsaya bakmaya gideceklerini, emlakçı Fevzi’yi de Sedat
beyin “sen git bizi orada bekle” diye bir gün önceden gönderdiğini, kendisinin
yeni gelen Mercedes otonun, Gani’nin de Sedat beyin 600 Mercedesin direksiyonuna
geçerek hareket ettiklerini, gece Yalova-Termal’de kaldıklarını, ertesi günü
saat 14.30-15.00 gibi yola çıktıklarını, bu defa Sedat beyin Mercedesini Mehmet
beyin kullanmaya başladığını, Gani’nin de kendisinin yanına geçtiğini ve arkadan
onları takip ettiklerini, Burhaniye’de Fevzi ile buluşup araziyi gezdiklerini,
ertesi günü bir taziye için İzmir’e hareket ettiklerini, Mehmet Özbay’ı Prenses
Otele bırakarak kendilerinin taziye için gittiklerini, otele döndüklerinde Sedat
beyden “Yasemin Ağar için burada korumalar var, Enver’in de benim de evlerimiz
İzmir’de” diyerek izin alıp Enver’le birlikte sabah dönmek üzere İzmir’e
gittiğini,
Taziyeden otele dönerken kendilerini yolcu eden aşiret mensuplarının otosunun
“polisiz, yol kontrolu yapıyoruz” diye durdurulduğunu ve yapılan aramada
ruhsatsız silahlar çıkmış olmasına rağmen Bucak aşiretinden oldukları için
kimliklerinin tespit edilerek silahların da alınmadan bırakılmış olduklarının
kendisine söylenmesi üzerine yaptığı araştırmada polis tarafından böyle bir
uygulama yapılmadığını öğrendiğini ve bu durumdan kuşkulandığını, bunun üzerine
Sedat Bucak’a burada fazla kalmayalım, gidelim dediğini ve Sedat Bucak’ın da
“Kuşadası’nda benim yazlığım var, yapıldığı günden beri hiç görmedim. Gidip
orayı bir göreyim. Kuşadası’nda Onur Otel var orada kalırız” cevabını verdiğini
ve Onur Otele gittiklerini,
İzmir’de kaldıklarının ikinci günü sabah kahvaltısında Gonca Us’u Mehmet
Özbay’la beraber gördüğünü, Gonca’nın İzmir’de olduğunu gece veya sabah telefon
ederek gelmiş olabileceğini, o gün İzmir’de gezdiklerini, Sedat Bucak’ın
“Hüseyin bey geliyor, havaalanına git, Hüseyin beyi al gel” dediğini, Hüseyin
beyi karşıladığını, yolda Hüseyin Kocadağ’ın emekli Emniyet Müdürü Tamer Kırklar
ile görüştüğünü ve Tamer Kırklar’ın da kendilerinin yemek için buluştuğu Deniz
Restoranta geldiğini, yemekten sonra Tamer beyin ayrıldığını, kendilerinin de
otele döndüklerini, ertesi günü akşam saatlerinde Kuşadası’na giderek otele
yerleştiklerini, iki gün orada kaldıklarını, Sedat beyin Davutlar’daki evini
gördüğünü, müteahhit ile görüştüğünü, başka bir araziye baktıklarını, saat 16.30
sıralarında Kuşadası’ndan hareket edip Selçuk’ta yemek yediklerini, Manisa’da
benzinlikte kahve içtiklerini, Sedat beyin bulunduğu otoyu Hüseyin Kocadağ’ın
kullandığını ve Manisa’ya kadar önde gittiğini, yolda takip edilmediklerini,
Susurluk’a 20 km. kalıncaya kadar kendisinin öne geçtiğini, Susurluk’ta kamyon
konvoyuna takılınca Mercedes 600’ün kendisini geçtiğini ve kendisinin bir daha
yetişemediğini, saat 19.30 sıralarında öndeki otolarda dörtlü sinyallerin
yandığını ve arabaların durmuş olduğunu görünce sollayarak geçtiğini ve kazayı
gördüğünü, kamyon şoförü ve birkaç kişinin otonun başında olduğunu, hepsi
ölmüşler dediklerini, otonun yarısının yok olduğunu, sağ arka kapıyı açarak
Mehmet Özbay’ı çıkarıp yere uzattıklarını, ağzından kan geldiğini, yüzünün,
kolunun, göğsünün kırık olduğunu, “Allah” dediğini duyduğunu, kendi kullandığı
arabaya taşıdığını, Hüseyin Kocadağ’ın vurma anında ölmüş olduğunu, torpido
gözünün alt kısmına sıkışmış olan Sedat beyi güçlükle çıkarabildiklerini, Sedat
beyle Gonca Us’u bir steyşın oto ile Mehmet Özbay’ı da kendi kullandığı Mercedes
ile Susurluk’a götürdüğünü, yolda Mehmet Özbay’ın nabzının durduğunu ve
öldüğünü, gözünü ve çenesini kapattığını, hastanede Hüseyin Kocadağ, Gonca Us ve
Mehmet Özbay’ın öldüğünün, Sedat Bucak’ın ise yaşama şansının fazla olduğunun
anlaşıldığını, Sedat beyi oradan Balıkesir’e ve Balıkesir’den de uçakla
İstanbul’a götürdüklerini, Enver’i kaza yapan oto ve cenazelerle ilgilenmek
üzere bıraktıklarını,
Otoda bulunan çanta denilen beyaz naylon torbayı Gani’nin aldığını, içinde para
bulunduğunu, Gani’nin harcamaları bu çantadan para alarak yaptığını, kendisine
de kazadan sonra gereken masrafları karşılamak üzere 230-240 milyon verdiğini,
İstanbul’da bu parayı Sedat Bucak’ın eşi Saadet hanıma iade ettiğini,
Otoda bulunduğu söylenen silahlarla ilgili bilgisi olmadığını, bildiği Sedat
Bucak’ın zigzaver, Mehmet Özbay’ın beyaz renkte ve büyük Baretta tabancasının
olduğunu, kaza yapan arabaya 3-5 dakika sonra ulaştıklarını, arabayı bırakıp
gittiklerini, kimsenin kalmadığını, jandarmanın da olay yerine en az yarım saat
sonra gelmiş olabileceğini,
Sedat Bucak’ı arabanın içinden çıkarırlarken iddia edildiği şekilde koltuğun
üzerinde MP-5 silah görmediğini, olsa idi eline ayağına çarpması, takılması
gerektiğini, o halde de alıp öbür arabaya koyabileceğini,
Ömer Lütfi Topal Cinayeti ile ilgili olarak İzmir’de İstanbul’dan gelen ekibe
teslim edildiğini, İstanbul’a Asayiş Şubesi Cinayet Büro Amirliğine getirilerek
sorgulandığını, sorgulama esnasında tutanak tutulmadığı gibi ses kaydı da
yapılmadığını, iki gün sonra Ankara’ya gönderildiklerini, iki gün de Ankara’da
kaldıktan sonra bırakıldıklarını, Ömer Lütfi Topal’ı tanımadığını ve hiç
görmediğini belirtmiştir.(Ek:199)
27- Tuncay Yılmaz Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakcılık, İstihbarat ve Harekat
Dairesi Eski Başkanı 4.02.1997 tarihli ifadesinde; 1993 Temmuz ayından
bu yana Kaçakcılık İstihbarat ve Harekat daire Başkanı olarak görev yaptığını,
bu süre içerisinde tabii olarak kaçıkcılıkla mücadele ettiğini, araştırma
konusuyla ilgili olarak sadece Tarık Ümit’i tanıdığını ve onunla temasları
olduğunu, bu nu da Afyonun eroine dönüştürülmesinde kullanılan 150 ton asetik
asit anhedid yakalanmıştır onunla ilgili bilgi getirdiğinde tanıştığını ve 3-4
kez yüzyüze bir okadar da telefonla teması olduğunu, ilk defa zamanın Emniyet
Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın odasında görüştüğünü ve Ankara ve İstanbul Emniyet
Müdürlüklerine güvenmediği için asetit asit anhedid ile ilgili olarak Türkiye’ye
giriş yollarını hangi vasıtalardan geldiği hususunda bilgi verdiği, ne zaman mal
sevkiyatı yapılacağı hususunda bilgi vereceğini söyleyerek ayrıldıklarını, daha
sonra mal sevkiyatında bilgi verdiğini ve bunun üzerine değişik partilerde 5
ton, 30 ton ve 30 tonluk partiler halinde asetik asit anhedid yakaladıklarını,
15 ton malın 7,5 ton eroine eşdeğer olduğunu bu miktarı Türkiye’de bir ailenin
yapması mümkün olmadığından değişik ailelerin bu işe girdiğini, Dünyada
yakalanan asetik asit anhedid’in % 90’nın Türkiye’de yakalandığını, bunun
gelişmiş Avrupa ülkelerinde imal edildiğini, Türkiyenin ülke olarak asetit asit
anhedid’in imalinin kontrol altına alınması için 1994’den bu yana Birleşmiş
Milletler nezdinde çalıştığını, 1995 yılındaki sözleşmeye rağmen Avrupa’nın
asetik asit anhedidin kontrol altında satışına rıza göstermediğini, eroin’in
bitmesi için asetit asit anhedid’in mutlaka kontrol altına alınması gerektiği,
çeşitli sebeplerle de Avrupanın bu asit’i kontrol’e yanaşmadığını, sınırlama
yapılırsa Çin’in piyasaya hakim olacağını ve Avrupa’da kimya sanayinin zarar
göreceğini söylediklerini,
Susurluk olayında adı geçenlerin, hiçbir zaman uyuşturucu kaçakcılığı konusunda
pazar elde etme düşüncesinde olmadığını, zaten bilgisi de bulunmadığını,
uyuşturucu kaçakcılığına adı karışanlardan öldürülenlerin kaçakcı olabileceğini,
ancak öldürenler konusunda kanaat belirtemeyeceğini, Abdullah Çatlı ile Hüseyin
Kocadağ’ın birarada olabileceğine anlam veremediğini, Abdullah Çatlı’nın
uyuşturucu kaçakcılığından dolayı bir defa mahkumiyet kararı olmasına rağmen
kaçakcı denebilmesi için onunla ilgili diğer Avrupa ülkelerinden de bilgi akması
gerektiğini, oysa Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden böyle bir bilgi akımı
gelmediğine göre uyuşturucu kaçıkcısı olarak değerlendirmediğini,
Karapara transferi konusunda hazırladıkları tasarıyı Adalet Bakanlığı kanalıyla
Meclis’e gönderdiklerini ve 1996 mayıs ayında çıkarıldığını, Türkiye’de malın 1
kilo fiyatı 15 bin mark, Almanya’da 150 bin mark olduğu, evsafına yerine ve
perakende pazarlanmasına göre 1 milyon marka kadar fiyatın yükselebildiğini,
Dilek Örnek hadisesinde paranın nakit olarak yurda girdiğini, Türkiye’de
özellikle yatırım yapan büyük inşaat firmaları, turizm büroları, oteller,
Kumarhanelerin, otobüs firmaları ve akaryakıt bayilerinin devletin kredi
sisteminden kaynaklanmayan ancak normal olmayan yöntemlerle temin edilmiş
paraların kullanıldığına inandığını, kendilerinin başlattığı ve “Asena” adı
verilen proje ile Türkiye’deki kaçakcı ailelerin üç göbek öncesi ve sonrasının
tesbit edildiğini, Almanların da buna karşı “Anadolu” projelerinin olduğu, 40
örgütün organizasyonunun belirlendiğini, bunların Avrupadaki ayaklarının da
Avrupalılar tarafından belirlenmesi için çaba sarfettiklerini,
Türkiye’de altı laboratuvar yakaladıklarını ancak çok fazla mal olmadığını,
Baybaşinlerle irtibatlı Konuklu ve Ay aileleriyle ilgili Yalovada Jandarma
tarafından yakalamalar olduğunu, ancak yakalanan malın değerinin fazla sayılacak
miktarda olmadığını,
Baybaşin ile ilgili Lake S hadisesi olduğunda kendisinin görevde olmadığını,
hadise olunca Baybaşin’in yurtdışına kaçtığını, olaydan sonra ilk defa kendisine
gelen Aydınlık Gazetesine, Baybaşin’in uyuşturucu dünyasını daha iyi bildiğini
söylediğini, Lake S’in açık denizde Bakanlar Kurulu Kararı ile yakalandığını,
Kısmetim 1’de yakalanmak üzereyken son derece güç şartlarda gemiye
çıkılamadığını, o hadiselerde arkadaşlarından birinin Baybaşin ile ortaklık
yaptığına inanmadığını, öyle olsaydı gemiler yakalanamazdı, Lake S’in Karaçiden
gelirken tayfalardan birinin ailesini telefonla aramıs sonucu bulunabildiğini,
Kaçakcıların güvenliklerine gelince; bunların kendi korumalarını kendilerinin
yaptığını, kimseye ihale etmedikleri, Türkiyede çek-senet mafyası olarak bilinen
adamların olduğunu, ancak bu konuda fazla bilgi sahibi olmadığını, Emniyetten
ayrılan bazı sivil arkadaşlarının birçok yerde koruma görevi yaptıklarını,
bunlardan Gaziantepte Şube Müdürü olan Güven Oktay emekli olduktan sonra
Burdur’da yakalandığını, ancak kimin kiminle uyuşturucu bağlantısı olduğunu
bilmediğini,
İstihbarat temininde MİT’in fonksiyonuna gelince; MİT’in zaman zaman aldığı
bilgiyi sadece uyuşturucuya bağlı kalmaksızın, resmi yazıyla değil klasik bir
bilgi notuyla gönderdiği, kendisinin de ilgili şubeye göre değerlendirmesini
yapıp o teşkilata bilgi verdiği, bütün istihbarat kaynağının da sadece o
teşkilat olmadığını, informal denen bazı insanların devlet adına kullanılmasına
rastlamadığını, Afganistandan İngiltereye kadar her ülkede bir adam olduğunu ve
bu insanlar da rant’dan kazanç elde ettiklerini, uyuşturucu ile mücadelede;
PKK’den bahsedildiğinde Avrupa ülkelerinin Türkiyenin politikasındaki
değişiklikleri hissettikleri, Türkiyenin bu suçtan zararı olmadığı halde neden
mücadele içinde bulunduğunu, Türkiye PKK’nın uyuşturucu kaçakcılığı içinde
olduğundan bahsedince yani 1994’den sonra çocukları da kullanmaya başlayınca
Türkiye’nin mücadeledeki yerini kavradıkları, Kürt mafyası ile Laz mafyasının
uyuşturucu ticaretinde önemli gruplar olduğunu,
Hakkari Yüksekova’daki uyuşturucu fidye bağlantısı ve Kahraman Bilgiç
hadisesinde soruşturmanın asker tarafından yapıldığını, onun için detayını tam
bilmediğini, ancak içerisinde polisin de yer aldığını hatta Hakkari, İstanbul ve
Tuzla da 8 memur hakkında işlem yapıldığını, ancak ayrıntısını hatırlamadığını,
Hakkari gibi bir yerin helikopterle bile % 20’sinin kontrolünün zor
sağlandığını, bu bölgede yerleşik alan ve polis bölgesinin az olması,
uyuşturucunun girip çıktığı aşiretlerin hakim olduğu bölgelerin polis bölgesi
olmaması nedeniyle mücadeleyi etkilediği, Dünyada uyuşturucu mücadelesinin
genellikle gümrükçüyle ve Jandarmayla yapıldığını, ancak Türkiye’de polisin bu
işle yüzyüze bulunması nedeniyle çarpıklık oluşturduğu, bölgede çalışan
personelin mahalli olmasından ve gece harekat imkânının kısıtlı olmasından
kaynaklanan sıkıntılar olduğunu,
Narkotik dışında silah kaçakcılığı konusuna gelince; Türkiye’ye daha çok Kuzey
Irak’tan terörist refakatinde gelmiş kaçak silahlar olduğunu, yoksa sistematik
olarak başka silah ticaretinin sözkonusu olmadığı, menşeine bakılmaksızın
silahlara ruhsat verilmesi hususundaki yasal düzenlemenin kendi mücadelelerini
olumsuz etkilediğini, kendilerinin daha çok ruhsata bağlanmadan yakalanan
silahlarla uğraştıklarını,
Daha önce konu edilen Cantürk olayı ile ilgili olarak, burada uyuşturucu
pazarını ele geçirme kavgasından ziyade, bu pazarı yürüten insanlar arasında
haraç alma kavgası olduğu, Yaprak, Captagon kaçakcısı olduğu halde
yakalayamadıklarını, hatta sabıka kaydı ve belge bulunmaması kendilerinin
harekat sahasını daralttığını, Mehmet Kasar, Leyla Zana’nın evindeyken operasyon
yapıldığını, hem narkotik hem de PKK konusu olduğu için iki koldan operasyon
yapıldığını ancak terörcüler önce baskın yaptığı için eroinin Kasar tarafından
döküldüğünü dolayısıyla narkotikcilerin amacına ulaşamadıklarını,
Tarık Ümit’in Abdullah Çatlı ve arkadaşları tarafından öldürüldüğüne dair bilgim
yok, ancak Tarık Ümit’in öldürüldüğüne inanmadığı, O’nun asıl hedefinin Dursun
Karataş olduğunu kendisine söylediğini, Tarık Ümit’i Mehmet Eymür ve Atilla
Aytek ile çalıştığını söylediği için MİT’in asıl ajanı intibaının oluştuğunu,
Hüseyin Kocadağ’ı tanıdığını, onun meslekten ihracı, içki ve kadına zaafiyeti
olduğunu ve bu zaafiyetten yeraltı dünyasının yararlanabileceğini, kendisi işe
başladıktan sonra Dündar Kılıç ve Avukatı Burhan Apaydın’ın görüşme taleplerini
kabul etmediğini, Hadi Özcan’ı da tanımadığını ve onların operasyonlarını da
kendilerinin yapmadığını, 1984 operasyonunda Dündar Kılıç’ı Tarık Ümit’in ihbar
edip, sorguladığını,
Uyuşturucu kaçakcılığı ile mücadelede spesifik bir hadise olduğunda bilgi
teafisi yapıldığını, ancak bu teafi sırasında da bazı sıkıntılar yaşandığını;
herhangi bir Avrupa ülkesine kendisi istemeden veya hakim kararı olmadan bilgi
geçildiğinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı davranılmış olduğunu, bu
nedenle o ülkeler Türkiye’ye bilgi verdikleri takdirde kendilerinin de bilgi
verdiğini, yani mütekabiliyet esasına göre çalışıldığını, Kanada’da yakalanan
uyuşturucu kaçakcısının üzerinde çıkan telefonlarla ilgili hem kanada’da hem de
Türkiye’de araştırma yaptıklarını, telefonun Başbakanlığa ait olduğunu
öğrendiklerini, bununla ilgili Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü ve Turizm
Müsteşarlığı ile yazışma yaptıklarını, Kanadalının da cezalandırıldığını
öğrendiğini, Yaşar Öz’ün uyuşturucu ticareti yaptığına dair herhangi bir kayıt
olmadığını, uyuşturucu kaçıkcısı Baybaşin’in 1995 martında Türkiye’ye iade
kararı vardı ancak Hollanda yargıtayının aralık ayında susurluk olaylarını da
bahane ederek karar verdiğini, asit dışındaki uyuşturucu maddelerin % 60’ının
Türkiye’de yakalandığını, bu konuda Türkiye’nin en duyarlı ülke olduğunu, Batı
da ise, asitle mücadele edilmeyip Türkiye’ye gelmeyen efedin ile mücadele
edildiğini, bir başka özellik te; Avrupa ve Amerika da asli unsurlardan ziyade
göçmen ve sığınmacı statüsündeki gelir seviyesi düşük insanlarla zencilerin daha
çok uyuşturucu kullandıklarını, bu durumun da batı devletlerinin uyuşturucu ile
mücadele politikasını etkilediğini,
Uyuşturucu ile mücadelede görevli insanların bu kesimde çok para döndüğü için,
sistem de müsait olduğundan uyuşturucu organizasyonuna veya korumasına
meylettiklerini, bunun sistemden kaynaklandığını,
Türkiye’de çek-senet mafyası denen grupla ülkücü mafyanın geliştiğini, aslında
mafya değilde organize suç çeteleri demenin daha uygun olacağını, Alaaddin
Çacıkı, Ümit Ölmez geçmişte çek-senet yapan kesim olduğundan ülkücü mafya diye
bir kavram geliştiğini, ancak bunların uyuşturucu kaçakcılığı içerisinde
görmediklerini, ancak Hollanda da bir kahvehanede hem ülkücülerin hem de
PKK’lıların aynı anda uyuşturucu ticaretini yaptıklarını duyduğunu, Abdullah
Çatlı’nın üzerinde çıkan kokain’in onun satıcı değil kullanıcı olduğunu
gösterdiğini, uyuşturucuyla ilgili mücadelede Gümrüklerdeki sıkıntının asıl
Gümrük ile Gümrük Muhafaza arasındaki kavgadan kaynaklandığını, önemli kapılarda
ve İstanbul ve Ankara havaalanlarında müşterek bir tim kurmak için gayret
sarfettiklerini ancak gümrük idaresinin karşı çıktığını, fakat Gümrük muhafaza
ile iyi bir diyalog içinde olduklarını, bununla ilgili 1992 yılında iki bakanlık
arasında bakanlar düzeyinde protokol imzalandığını, gümrük kapılarında geçiş
yapan bayanların üst aramalarını yapabilecek bayan elemanın istihdam edilmesi
gerektiğini, bunun da Türkiye’deki istihdam sorunundan kaynaklandığını, narkotik
subelerin normalde il seviyesinde örgütlendiği ancak Yüksekova’da da kurulması
yönünde yetkililerle görüşmelerinin olduğunu,
Narkotikle mücadelede yıllar itibariyle artan seviyede başarı sağlandığını 1993
yılında 2.2 ton, 1994’de 3,5 ton, 1995 yılında da 4,5 ton yakalandığını,
Jandarmanın da mücadeleye katkıda bulunmasının sevindirici olduğunu
belirtmiştir. (Ek:200)
28- Metin Günyol 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 1965 senesinde servise
girip, inkıtalı olarak 22 mart 1981 tarihine kadar çalıştığı, 1982 Ekim ayında
tekrar servise dönüp 1986 yılı Ocak ayına kadar serviste çalıştıktan sonra
istifa ederek özel sektörde çalışmaya başladığını, Serviste istihbarat bölümünde
değerlendirmeci olarak çalıştığı için Devlet'in bazı kişileri ASALA veya PKK'ya
karşı kullandığını bilmediğini,
Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Haluk Kırcı, Yaşar Öz, Tarık Ümit gibi kişilerin
yurt dışına çıkışta kullandıkları pasaportların sahte olduğu hususunda
bilgilerin intikal etmesi üzerine tahkiki için yazılar geldiğinde tahkik
ettirilerek bölge müdürlükleri vasıtalarıyla arşiv araştırması yapılıp,
kaldırıldığını, MİT'in bu tip insanları operasyonlarda kullandığını tahmin
etmediğini, yukarıda adı geçenlerin yurtdışına gönderilişini organize ettiği
söylenen Mete beyi de tanımadığını, kendisinin kasıtlı olarak Mete bey diye
lanse edildiğini,
Abdi İpekçi öldürüldüğünde ve Ağca hapisten kaçırıldığında teşkilatın kendisini
görevlendirdiğini ve Ağca ile ilk röportajı da kendisinin yaptığını, faili
meçhul olayı çözmek için çok çaba sarfettiklerini, Uğur Mumcu yazılarında
Mayorka'ya gidişinin Ağca takikatıyla ilgili olduğunu iddia etse de kendisinin
servisten ayrılıp Mayorka'da Otoban diye bir şirketin genel müdürlüğünü
yaptığını, bu tür konuları gündeme taşıyan medyanın kendisiyle görüşme
yapmamalarına rağmen aleyhinde çok şeyler söylendiğini,
İpekçi davasında asıl suçlunun Ağca olduğunu, Ağcayı, ülkü ocaklarına kayıtlı
sempatizan biri olan Bünyaminin O'na asker elbisesi giydirerek kaçırdığını, Ağca
İstanbul'da bir süre kaldıktan sonra Erzurum üzeri iran'a götürüldüğünü,
İran'dan kaçış yolu bulamayınca tekrar istanbul'a gelip kendisine verilen sahte
bir pasaportla Bulgaristan'a çıktığını oradan da Viyana veya İsviçreye
gittiğini, kaçırılış olayında rol oynayanların cinayete azmettirenler olduğunu
ancak onların kim olduğunu bilmediğini, araştırmalarında Ağca'nın konuşmadığını
ve Ağca'nın bu olayı para karşılığıyaptığını, Ağca'nın Beyazıtta bir
kahvehaneden alınarak kendilerince sorgulandığını ve sonunda Ağca'nın;
megolomani içinde, yaptığı işten gurur duyan kendisine yapılan saygıdan
mütehassis bir haleti ruhiyyesi olduğunu Ağca çıktıktan sonra gazeteye mektup
yazarak papayı vuracağını söylemişse de, kimsenin buna inanmadığını, Ağca'yı
buna hükmettirenin kim olduğunu da bilmediklerini, zaten dönemin İçişleri Bakanı
Hasan Fehmi Güneş'in verdiği ikinci bir emirle Ağca'nın MİT'le görüştürülmesi de
yasaklandığından sorgulama imkânı bulamadıkları,
Uğur Mumcu ile görüştüğünde Albay Turan Çağlar konusunun gündeme geldiğini,
Asker orijinli albay Turan Çağlar'ın kendilerini Doğu Perinçek ve Aydınlık
Gazetesine sattığını ve 6 arkadaşının resminin Aydınlıkta yayınlandığını ve
bunun sonucu 6 arkadaşlarının öldürüldüğünü, Turan Çağlar'ın Amerikalılarla da
teması olduğundan CİA servisinin mensubuyla iş üstünde yakalanması sonucu
cezaevine konulduğunu, bütün bu olaylarda Doğu Perinçek'in düzenleyici ve
organizatör durumda olduğunu,
Abdullah Çatlı, Oral Çelik ve İbrahim Ural'ı da tanımadığını, MİT, Jandarma
emniyet ve Genelkurmayın istihbarat örgütler arasında kendi zamanında bir
çatışma olmasa da Özal döneminde MİT'e karşı kampanya başlatıldığını,
Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar yapılan darbelerin kendilerine haber
verilmemesinden kaynaklanan rahatsızlıkla yeni istihbarat örgütlerinin
kurulmasının gündeme geldiğini, Jandarma istihbaratı olarak JİTEM'i bildiğini,
emniyet içinde böyle bir birim oluşturulduğunu bilmediğini,
Cumhurbaşkanlığındaki Erkan Gürvit'in de; operasyonculuk sıfatı, istihbarat
nosyonu olmayıp sadece irtibat memurluğu yaptığını, MİT'in espeyonel ve
Kontraespenenol görevlerde çalışıp, bilgileri derleyip değerlendirip ilgili
birime verdiklerini ve başka konuya girmediklerini, babalar konusunun kendi
ihtisas alanı dışında ve servis olarak ta ilgilenmediklerini, 1986 yılında
servisten ayrılışının nedeninin Özal'ın tasarrufundan kaynaklandığını, servisi
sivilleştirme gayesiyle haksız tasarruf ve iltimasın servise sokulduğunu
özellikle 1986 MİT raporundan rahatsızlık duyduğunu, raporların mecliste,
sağda-solda dağıtılıp Ecevit'e dahi verildiğini, Ecevit'in Başbakanlığı
döneminde Turan Çağlar'ın alınmasına kızma nedeninin de; bir albayın bu şekilde
itile-kakıla arabaya bindirilip getirilmesi olduğunu, Ecevit'in bundan duyduğu
rahatsızlıkla kendisinin MİT'den alınmasını talep ettiğini ancak görevden
alınmadığını,
1980 ihtilali öncesinde hergün 15-20 kişinin öldürüldüğünü, Devlet'de çürüklük
ve otoritesizlik nedeniyle terörün ön plana çıktığını, halen de Gaziosmanpaşa
olaylarında olduğu gibi olayların devat ettiğini,
Bazı devletin görevlisi olmayanların ASALA'nın bitirilmesi gibi iylemlerde
kullanılmasına gelince; MİT'in yurtdışında çalışmalarını, legal rezer olarak
insanlarla temas kurup ajanlandığını, bunun MİT'in görevi olduğunu, bütün dünya
servislerinin bu şekilde çalıştıklarını,
MİT teşkilatının da şimdiki müsteşarı ile sivilleşme hareketinde olabilecek en
iyi müsteşara sahip olduğunu ve hiçbir beklentisinin de bulunmadığını, MİT'in
yıpratılmasının tek nedeninin içinin bilinmemesinden kaynaklandığını, kendisi
görevdeyken herhangi bir konuda MİT gündeme geldiğinde açıklama yapmak üzere
profesyonel bir basın temsilcisinin istihdamının yararlı olacağına inandığını,
MİT kapalı kaldığından ithamların arttığını, bunun giderilmesi için görev yapmış
bütün müsteşarlarla görüşüp, çok fazla gayret sarfettiğini,
Mete ile Metin Günyol'un Özdeştirilmelerine gelince, kendisinin Ağca ile ilgili
tahkikatından, kaçışını ve cinayetini takip etmesinden ve bunun sonucu basına
konu olmasından kaynaklandığını, Ağca'dan Çatlı'ya bağlantı kurulduğunu,
kendisinin afişe olmasını istemediğini,
12 Eylül'den önce olaylara karışanların kendilerine fikir babalığı yapanların
maşası olduğunu, ancak bunların topluma kazandırılacağı ümidiyle bırakıldığını,
MİT'in personeli sayı olarak tahmin edildiği gibi olmayıp, teknik, kişiler ve
istihbarat olarak mükemmel olduğunu, bünyesinde bütün kurumlarının oluştuğunu,
bir kişinin servisten hiçbir dökümanı çıkarma olasılığının olmadığı gibi
hiyerarşik yapının askeriyeden daha disiplinli olduğunu, MİT müsteşarının
Başbakan ile muhatap olan bir sembol olduğunu ve Başbakan istediğinde
Müsteşar'ın bilgiyi Başbakana sunduğunu,
Türkiye'de mafyacılığın ayağa düştüğünü, polisin karşısında mafyanın birşey
yapamayacağı gibi, mafya denilenlerden sağ ve sol örgütlerin rahatlıkla geçmişte
haraç alabildikleri, mafyanın aslında bu kadar büyütülmemesi gerektiği,
Türkiyede kurumların fazlasıyla yıpratılması nedeniyle geleceğin riske
edilmesinin, Askere, polise, Mahkemelere saldırılmasının mafyadan daha fazla
zararlı olduğunu belirtmiştir. (Ek:201)
29- M.Emin Yurdakul Yüksekova Tabur Komutanı Binbaşı 18.02.1997 tarihli
ifadesinde; Kendisinin 18 yıllık meslek hayatının 10 yılının
Diyarbakır, Siirt ve Hakkari illerinde geçtiğini, Yüksekova'da da 1985 ve
1994-1996 yıllarında komando birliklerinde görev yaptığını,
İtirafçı olarak bilinen Kahraman Bilgiç'le ilgili olarak; bu şahsın PKK
saflarında bölük komutanı görevindeyken kaçıp teslim olduğunu, bölgeyi, terör
unsurlarının harekat tarzını ve barınma yerlerini bilmesi nedeniyle Tabur
Komutanlağınca organize edilen operasyonlarda klavuz olarak kullanılmak üzere
verildiğini, bu şahsın, kendi ismini kullanarak bazı yasal olmayan eylemlere
giriştiği iddiasının ise kendi bilgisi dışında olduğunu, haraç alma ve infaz
işlemlerinin de kendi taburunun görev sahasında olmasının mümkün olmadığını,
zaten böyle birşey yapacak olsa üst komutanlarınca bilineceğini ve hakkında
işlem yapılacağını buna rağmen mesleki hayatında ihtar dahi almadığını, Kahraman
Bilgiç'i bağımsız herhangi bir görevde kullanmadığını kendisi as birlik komutanı
olduğundan Tugay komutanının emri olmadan zaten kullanmasının da mümkün
olmadığını, normalde de silahlı kuvvetlerin böyle bir şeye ihtiyacının
olmadığını, Ancak Kahraman Bilgiç'in başlangıçta faydalı olmakla birlikte,
Taburun mıntıkası dışında iyi niyeti suistimal eden kişisel davranışlara
girdiğini duyduğunu, bunu öğrenince de taburuna almadığını, ancak detayı
konusunda bilgi sahibi olmadığını, olumsuzluklarını tugay karargahına ve ilgili
arkadaşlarına da söyleyerek uzaklaştırdığını,
Tabur olarak yapılan operasyonların 1-2 gün, tugay olarak yapılan operasyonların
da hava şartlarına göre 3-4 gün veya daha fazla sürdüğünü, bu operasyonlarda
hangi birlik komutanı arazideki operasyondaki hedef durumuna göre riskli
sayılabilecek yerdeyse Kahraman Bilgiç'in o birlik emrinde çalıştırıldığı, yani
Tugay'a bağlı bütün taburların Kahraman Bilgiçten yararlandığını, Tabur da
kaldığı süre içerisinde kendisinden habersiz yemek yemeye dahi gitmediğini,
Kahraman Bilgiç'in cezaevinde yatıp yatmadığını hangi statüyle maaş aldığını,
itirafçıların da çalıştırılma ve istihdam şekillerini tam olarak bilmediğini,
Tabur Komutanlığının çalışması ve halkla ilişkiler bakımından da; Jandarma ve
Polis gibi vatandaşla içiçe olmayıp Tugay tarafından kendilerine verilen
operasyon görevlerini icra edip döndükleri,, ferden ve tabur olarak operasyon
planlama yetkilerinin dahi olmadığını, uyuşturucu, toz ve kaçakçılık gibi
konulara yönelik görevlerinin bulunmayıp sadece teröre yönelik görev ifa
ettiklerini,
Karadağ operasyonundaki toz ve silah iddialarına gelince; özel harekat timleri
tarafından kendilerine intikal eden duyumu Tugay'a bilgi vererek köye gittiği
halde birşey bulunamadığını ancak dönüşte askerlerin bir torba toz eroini
çıkardıkları ve bunun özel harekat timine teslim edildiğini, tutanaklarının da
Cumhuriyet Savcılığında mevcut olduğunu, tozla kendisinin kesinlikle alakasının
olmadığını, Yüksekova Belediye Başkanının karısına da silah vermediğini, zaten
onların silaha da ihtiyaçlarının olmadığını,
İzmirde yakalanan Ali isimli levazım Astsubayının iddialarının da doğru olmayıp,
o'nun gençliği nedeniyle kandırıldığını zannettiğini, O'nun iddia ettiği
uyuşturucu kayıtlarının savcılıkta mevcut olduğu, çünkü kendilerinin operasyonda
ferden çalışmayıp bölük komutanı, S-3 subayı ve bütün askerlerin orada
bulunduğunu, Ali İhsan Zeydan'ın gösterdiği kişilerin yakalanıp kendisi
tarafından para karşılığı bırakıldığı ve 5 milyar karşılığı seçimlerde
kazandırma garantisi ile ilgili iddiaların da asılsız olduğunu, bunların silahlı
kuvvetleri yıpratmak için söylendiğini,
Milletvekillerince hazırlanan rapor ve Abdullah Canan'ın kaçırılıp öldürülmesi
ile ilgili olarak; bölgede aşiretler arası bir kargaşa olduğunu, zaten o adamın
çıkma saatinde askerlerinden hiçbirisinin dışarıda olmadığını, bölgenin özelliği
nedenyile bu tip olayların zaman-zaman ortaya çıktığını, Kahraman Bilgiç'in
kendisinin adını vererek cananlarla kişisel ilişkiye girdiğini ve bir miktar
para aldığını duyduğunu ancak detayını bilmediğini,
Abdullah Canan'ın aşiretine bağlı Karlı ve yanındaki Çatma köyünde sığınak
olduğu şeklinde duyum gelince Emniyet ve MİT ile çalışmalar yapıldığını, özel
harekatla birlikte amirlerinin ve komutanlarının bilgisi dahilinde yapılan
operasyonda 4 teröristin öldürüldüğünü, sığınaklar tesbit edilerek bir miktar
malzeme ve erzak temin edildiğini, o operasyon sonunda kapalı bir evin asker
tarafından kurcalandığını ancak iddia edildiği gibi fazla miktarda tahribat
yapılmadığını, bununla ilgili şikayet konusuna gelince: Mehmet Yüzbaşı'nın
kendisine, şikayetten vazgeçeceklerini ve konuşma talepleri olduğunu söyleyince,
kendisinin de bu konuda tedirginliklerini olmadığını, istedikleri kadar
şikayette bulunabileceklerini söylediğini, köyde arama yapan komutanları da
çağırarak aramayı yapanların onlar olduğunu belirtip tokalaşıp ayrıldıklarını,
herhangi bir tehdit olayı olmadığını, Abdullah Canan'ın kendisiyle ilgili
şikayette Yüoksekovada olmadığını ve Abdullah Canan namına başkası tarafından
yazıldığını öğrendiğini, bu hususta Savcı Ayhan Kocabaş'ı da tehdit etmediğini o
savcının bazı hareketleri nedeniyle ilçeden tayinen ayrıldığını, Abdullah Canan
olayında işi tezgahlayan ve parayı alanın Kahraman Bilgiç olduğunu tahmin
ettiğini, bunu Tugay Komutanının da söylediğini, Abdullah Canan'ın öldürüldükten
7 gün sonra bulunduğu halde cesedinin bozulmamasını da kış şartlarına
bağladığını,
Tabur Komutanı olarak kendisinin Yüksekovada görev yaptığı sürece okul aile
birliği toplantılarına katıldığını, ihtiyaç sahibi olan kişilere Belediye
Başkanı ve Kaymakam tarafından tesbit edilenlerle birlikte Tugay'ın da bilgisi
dahilinde her türlü yardım yaptığını, okul açılışlarında birçok çocuğu
giydirdiğini, Yüksekova'da kendisine fahrihemşerilik beratı verildiğini, şaibeli
kişilerle konuşmadığı gibi tabura da aldırmadığını,
Tabur'un seçim döneminde şehir merkezinde herhangi bir görev üstlenmeyip sadece
Mustafa Zeydan'ın köylerinin bölgesinde seçim güvenliğini sağladığı,
Kahraman Bilgiç dışında, Tugay'ın bilgisi dahilinde kullanılan herhangi bir
itirafçıyı da Yeşil'i de tanımadığını, ancak sınırötesi operasyonda iki tane
itirafçıdan yararlandıktan sonra onların da operasyon sonunda helikopterle
ayrıldıklarını, Kahraman Bilgiç'in, Canan'lar la ilişkiye girdiği dönemde Van'da
otelde kaldığını ve çok fazla da para harcadığını komando taburunca kendisine
söylendiğini,
Ağaçlı köyünde yapılan operasyonda 73 yaşındaki Şemsettin Yurtsever ile o anda
köyde ağaç toplayan 18 yaşındaki Modat Özeken ve 13 yaşındaki Münir Sarıtaş'ın
alınmasıyla ilgili kendi birliğinin herhangi bir girişimi olmadığını, o dönemde
kendisinin sorumluluk sahası dışında sıfır noktasında olan o köyde operasyonu
olmadığını,
Kurmay Başkanı Albay Hamdi Poyraz ile emir komuta bağlantısının olmadığını,
JİTEM hakkında da bilgisinin olmadığını,
Bölgedeki sıkıntılardan kurtulmak için öncelikle ayrı-ayrı görev yapan
ünitelerin tek bir noktada, bir koordinasyon merkeziyle yönlendirilmeleri, sınır
güvenliğiyle birlikte ekonomik kalkınmanın da gerekli olduğu, Yüksekovadaki
terör, kaçakçılık ve esrar olayı bitirildiği takdirde Türkiye'deki terörün
biteceğini belirtmiştir.(Ek:202)
30- Mehmet Ali YAPRAK 14.1.1997 tarihli ifadesinde; “1996 yılı 24-25
Mayıs gecesi polis olduğunu söyleyen kişilerce evinin önünden bir araca
bindirilerek kaçırıldığını, kendisinin “kaçakçılık yapmak, seks hapı satmak ve
devlete vergi vermemekle suçlandığını, serbest bırakılması karşılığında 15
milyon mark fidye istenildiğini, kendisinin bu kadar parayı vermesinin mümkün
olmadığını, ancak 3 milyon mark ödeyebileceğini, bunun da l milyon markını
serbest bırakıldıktan itibaren 15 gün içerisinde, 2 milyon markın da 1 milyonunu
2 ay sonra 1 milyonunu da ondan sonraki ayda ödeyebileceğini, kaçırılma
sırasında gözlerinin bağlı olduğunu, cebindeki paraların, kolundaki saatinin,
cep telefonunun ve kredi kartları ile ehliyetinin de alındığını, kaçırıldığı
sırada üzerinde 65-70 bin markı ve 20-30 milyon TL. civarında Türk Lirası
olduğunu, kaçırıldıktan 6 gün sonra Hilvan girişinde serbest bırakıldığını,
Gaziantep’te işadamlarından haraç toplayan bir çetenin bulunduğunu, bu çete
içerisinde Yahya Efe, Turgay Maraşlı, Tuncay Maraşlı, Müfit Sament gibi kişiler
bulunduğunu, Turgay Maraşlı’nın Abdullah Çatlı’nın ortağı olduğunu, kendisini
kaçıranların 11 kişi olduğunu ve Yahya Efe, Turgay Maraşlı, Tuncay Maraşlı,
Müfit Sament gibi şahısların da bu 11 kişinin içinde bulunduğunu, kendisini
kaçıranlardan hiçbirisinin Gaziantep’ten olmadığını ve hepsinin İstanbul
tarafından geldiğini, Gaziantep’te bu kişilere yardımcı olanların Abdullah Sabri
Kocaman, Mehmet Öztürk ve Mehmet Öztekin olduğunu, Müfit Sament’in Devlete
çalıştığını, konuşmaması için zaman zaman tehdit telefonları aldığını,
kaçırılması olayı ile ilgili olarak ilgili Cumhuriyet Savcılığınca takipsizlik
kararı verildiğini, Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın talimatı ile Gaziantep
Cumhuriyet Başsavcılığınca tekrar ifadesinin alındığını ve yeniden dosya tanzim
edildiğini,
Kendisinden istenilen 3 milyon mark fidyeyi ödemediğini, kaçırıldığında
bırakılmadan önce videoya kaçakçı olduğunu belirten ifadeler kullanarak
kendisinin videoya kaydedildiğini, kaçırılma sırasında gelenlerin polis
olduklarını ve Kaçakçılık Daire Başkanlığından geliyoruz dediklerini ve
kendisini götürdüklerini, 1973 yılından beri Gaziantep’te tıbbi malzeme ticareti
ile meşgul olduğunu, kendisini kaçıran ve otoyu kullanan kişinin Haluk Kırcı
olup olmadığını bilmediğini, Haluk Kırcı ile karşı karşıya getirildiği zaman
kendisinin, kaçıranın Haluk Kırcı olup olmadığı konusunda bir kanaate
varabileceğini, kendisinin ruhsatlı 2-3 tane silahının bulunduğunu, 3 milyon
mark fidyeyi ödemeyişinin sebebinin bir defa ödeyince bunun arkasının gelecek
olmasından endişe duyması olduğunu, çocuklarının kaçırılabileceği yolunda
duyumlar aldığını; kaçıracak kişiler arasında Özel Harekattan 2 memur olduğu
şeklinde duyumlar olduğunu, bırakılmasının tek sebebinin Yahya Efe isminin ile
Müfit Samet isminin konuşulmaya başlanması olduğunu, Müfit Samet’in MİT’e
çalıştığını, Müfit Samet’in kendisini kaçıranlardan birisi olduğunu ve
İstanbul’da kaldığını, evinin önünden kaçırılmasından itibaren içinden 2500 sayı
saydığını ve bunun da Siverek İlçesine götürülecek kadar bir mesafe olduğunu,
mali durumunun 15 milyon mark fidyeyi ödemeye müsait olmadığını, 3 milyon markı
ise arazilerini satmak suretiyle ödeyebilecek durumda olduğunu, kendisini
kaçıranların, serbest bırakıldıktan sonra 2 kez aradıklarını ve kendilerine
telefonda muhatap olmadığını, kendisini kaçıranları birbirine düşürmek amacıyla
1 milyon mark fidye ödediği şeklinde Gaziantep’te dedikodu yaydıklarını ve bunu
bilerek yaptığını,
Çatlı’ya bağlı 7-8 grup olduğunu ve her grubun başında birisinin bulunduğunu,
bütün gruplarda toplam 700 kişi kadar çete üyesi olduğunu tahmin ettiğini;
Turgay Maraşlı’nın Abdullah Çatlı’yla İstanbul’daki bir tekstil firmasına ortak
olduğunu, Turgay Maraşlı’nın aynı zamanda BOTAŞ’ın petrol dağıtım işini
yürüttüğünü, Müfit Samet’in de tekstilci olduğunu söylediğini, Kıbrıs’ta bulunan
Emperyal Otel’den Abdullah Çatlı’nın Turgay Maraşlı ile görüştüğüne dair elinde
belge olduğunu, Abdullah Çatlı’nın 424 numaralı odada kaldığını ve 28 Nisanda
kimlerle ne kadar görüştüğünün elindeki belgede mevcut olduğunu ve bunu
Komisyona verebileceğini, kendisini kaçıran insanların korunup, kollandıklarını,
Korkut Eken’in bu isimlerden birisi olduğunu, İbrahim Şahin’i tanımadığını,
Mehmet Ağar ve Sedat Bucak’ı da tanımadığını ve kendileriyle bir görüşmesinin
olmadığını,”belirtmiştir.(Ek:203)
31- Avşar KEDEROĞLU 14.01.1997 tarihli ifadesinde; İstanbul’da
ticaretle uğraştığını, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak evinden jandarma
istihbaratta görevli olduğunu belirten bir kişi tarafından alınarak Maslakta
bulunan Jandarma Alayına götürüldüğünü, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak en
son kendisinin telefonu ile görüşme yapıldığı, belirtilerek Jandarma Alayına
götürüldüğünü, Tarık Ümit’i tanımadığını ancak onu tanıyan özel harekatçı
arkadaşlarının olduğunu, Ziye isimli özel harekatçının evindeki telefonu
kullandığını, İbrahim Şahin’i de tanıdığını, Ayhan Akçay’ı da tanıdığını,
İbrahim Şahin’i 1979 dan Kozaklıda Başkomiserliğinden tanıdığını, polis
memurları Ziya ve Ayhan’ı da İbrahim Şahin’in koruması olarak tanıdığını,
Oğuz’un da bunlarla birlikte olduğunu, ve Oğuzu’da tanıdığını, Çarkın’ı
tanımadığını, Abdullah Çatlı’yı ise tanımadığını, bu polis memurlarının zaman
zaman evine geldiklerini ve kendisinden araba ve telefon talebinde
bulunduklarını, kendisinin de arabasını ve telefonunu polislere verdiğini; bu
polis memurlarını 1992-1993 yıllarında tanıdığını Maslakta Jandarma Alayında
tutulduğu sırada Ayhan Akçan’ın kendisini telefonla aradığını, Jandarmaya Ayhan
Akçanın evini gösterdiğini, Ayhan Akçanın Halkalıda polis lojmanlarında
oturduğunu, ismi Ahmet olan bir Astsubay tarafından evinden bir araçla
alındığını, sivil aracın ise bir bayan tarafından kullanıldığını, sivil bayanı
tanımadığını, Tarık Ümit’in kızını hiç görmediğini ve tanımadığını, İstanbul’da
Gazi olaylarının başladığı gün kendisinin serbest bırakıldığını, Jandarma
Alayında tutulduğu süre zarfında kendisine bir baskı yapılmadığını, Ruhsatlı
silahının alındığını ve salıverildikten 4-5 gün sonra iade edildiğini, İbrahim
Şahin’in ağabeyisinin yakın arkadaşı ve aile dostları olduğunu, ancak polislerin
yakın dostları olmadığını, zaman zaman geldiklerini,
Kendisine ait telefonu en son kullanan kişinin Ziya Bandırmalıoğlu olduğunu,
Maslaktaki Jandarma Alayına götürüldüğünü daha sonra İbrahim Şahin’e anlattığını
ve onunda bu işe hayret ettiğini, polis memurlarını İbrahim Şahin’in korumaları
olması nedeniyle tanıdığını, cep telefonunu ve arabasını da İbrahim Şahin’in
hatırına bu polis memurlarına verdiğini, Maslakta Jandarma Alayında tutulup
serbest bırakıldıktan sonra da ara sıra polis memurları Ziya ve Ayhan ile
görüşmelerinin olduğunu, Tarık Ümit’in kim olduğunu birkaç defa bu polis
memurlarına sorduğunu ve arkadaşımız, onu tanıyoruz diye cevap aldığını, Ayhan
Akça’nın adı en son kurye Dilek olayında duyulmasından sonra ağabeylerinin
kendisine nasihat ettiğini ve bu polis memurları ile görüşmesini azaltmasını
istediğini, bir ağabeyisinin önceleri İstanbul Ülkü Ocakları Başkanlığı
yaptığını, şimdi ise DYP İstanbul Yönetim Kurulu üyesi olduğunu, Ziya ve
Ayhan’ın Ankara’da görevli polis memurları olduğu ancak İstanbul’da oturdukları,
polis memurları Ziya ve Ayhan’ın Abdullah Çatlı’dan ve ülkü ocaklarından bazı
kişilerle konuşmalar yaptığına tanık olmadığını, ağabeyisinin Abdullah Çatlı’yı
tanıması gerektiğini, kendisinin kanunsuz bir işi olmadığını, hayatında ilk defa
JİTEM’e gittiğini, ikinci kez de komisyona geldiğini, Ankara’da görevli olan ve
genellikle hafta sonlarında İstanbula gelen polis memurları Ayhan ve Ziya’nın
Karayolu ile İstanbul’a geldiklerini, Kıbrısla bir ilişkisinin olmadığını,
Azerbaycan, Bulgaristan, Tunus ve İtalya’ya birer defa turistik gezi amacıyla
gittiğini” belirtmiştir.(Ek:204)
32- Seyit Ahmet ALTINTAŞ 14 Ocak 1997 tarihli ifadesinde; “İstanbul İl
Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şubesinde istihbarat elemanı olarak görev
yaptığını, halen Diyarbakır İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü
emrinde görevli olduğunu, Tarık Ümit’in kaybolma durumundan sonra olayla
ilgilenmeye başladığını, Tarık Ümit’in kırmızı renkli otosunun Silivri İlçesi
Kılıçlı Köyü yakınlarında bulunduğunu, Silivri Büyükkılıçlı Karakolunun gereken
tahkikatı yapıp evrakları Silivri Cumhuriyet Savcılığına gönderdiğini, Tarık
Ümit’le ilgili çalışma yapmasını İstanbul İl Jandarma Alay Komutanının
istediğini, Tarık Ümit’le ilgili çalışmaya başlar başlamaz Mehmet Eymür’ün sık
sık Tarık Ümit’in kızı Hande Ümit Binici’yi aradığını ve buna tanık olduğunu,
Tarık Ümit ile Mehmet Eymür’ün çok samimi olduklarını, Mehmet Eymür’ün Hande’ye
telefon ederek babanı Abdullah Çatlı ve adamları kaçırdı, gazetelere ilan ver
yoksa öldürürler dediğini, Mehmet Eymür’ün 3 elemanını İstanbul’a göndererek
Tarık Ümit Olayı’nda Jandarmanın bilgilendirilmesini sağladığnı, Tarık Ümit’in
en son görüşme yaptığı kişilerden yola çıktığını ve Tarık Ümit’in cep
telefonundan yola çıkarak, Tarık Ümit’in en son telefonla görüşme yaptığı
kişinin Avşar KEDEROĞLU olduğunu, Avşar KEDEROĞLU adına kayıtlı telefonun 1 gün
önce alınmış telefon olduğunu ve henüz kullanılmaya başlandığını, Tarık Ümit’in
kaçırılması olayı ile ilgili olarak kendisinin sadece istihbari bir çalışma
yaptığını, adam alma, tutma, gözaltına alma gibi bir yetkisinin bulunmadığını,
Avşar KEDEROĞLU üzerine telefon kayıtlı ise de bu telefonla Ayhan AKÇA ve Ziya
BANDIRMALIOĞLU’nun görüşme yaptıklarını, Avşar KEDEROĞLU’ndan öğrendiğini,
Avşar KEDEROĞLU ile sadece bir mülakat yaptığını, bu mülakat sırasında polis
memurlarından Ayhan Akça’nın Avşar Kederoğlu’nu telefonla aradığını ve Avşar
Kederoğlu’na Yalova’dan geldiklerini söylediğini, daha sonra Ayhan Akça ve Ayhan
Çarkın ile Ataköy Polis Karakolunda bir görüşme yaptıklarını, polis memurlarını
görüşme yapmak üzere Karakola davet ettiğini, ancak polis memurları Ayhan Akça
ve Ayhan Çarkın’ın bu davetini reddettiklerini, Ataköy Polis Karakolunda görüşme
önerisinin kabulü üzerine Ataköy Polis Karakoluna gittiklerini, Karakolda iken
İbrahim Şahin’in Ayhan Akça’yı cep telefonundan aradığını ve kendisiyle görüşmek
istediğini ancak kendisinin karakolda bulunan sabit telefondan görüşebileceğini
söylediğini, Ataköy Polis Karakolunun Gazi olayları nedeniyle kalabalık
olduğunu, nöbetçi Emniyet Müdürünün de karakolda bulunduğunu ve kendisine
hitaben polis bölgesine habersiz giremiyeceğini söylediklerini, İbrahim Şahin’in
de kendisi ile telefonla görüştüğünü ve polis memurlarını alamıyacağını
söylediğini,
Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Emniyetten Jandarmaya bilgi gelmediğini, oysa
Tarık Ümit’in kaçırıldığı mahallin İstanbul Kadıköy polis mıntıkası olduğunu,
Kadıköy polisinin bu olayla hiç ilgilenmediğini, sadece jandarmanın bu olayla
ilgilendiğini, Tarık Ümit’in aracının plakasının güvenlik nedeniyle Mehmet Ağar
tarafından verilen bir tahsis plakası olduğunu ve bunu da kendisine MİT’in ve
Tarık Ümit’in kızının söylediğini, olayın başlangıcında Tarık Ümit’in MİT ajanı
olduğunu bilmediğini, bunu sonradan öğrendiğini, Ataköy Polis Karakolunda polis
memurları Ayhan Akça ve Ayhan Çarkın ile yaptığı görüşmede Ayhan Akça’nın Tarık
Ümit’i tanıdığını kendisine söylediğini, Tarık Ümit’in kaçırılmadan önce yaptığı
son görüşmenin 0 532 ve son rakamları 2175 olan ve Avşar KEDEROĞLU’na ait olan
telefonla yaptığının belirlendiğini, Tarık Ümit’in telefon numarasını Tarık
Ümit’in kızı Hande’den aldığını, Tarık Ümit’in Tuzla’daki evinde de bir çalışma
yaptıklarını ancak herhangi bir parmak izine rastlamadıklarını, Mehmet Eymür ile
hiç görüşmesi olmadığını, sadece Eymür’ün üç elemanı ile görüştüğünü, Tarık
Ümit’in Silivri’de terkedilmiş aracını gördüğünü, araçta parmak izlerine
rastlayamadıklarını,
Abdullah Çatlı, Sami Hoştan ve Haluk Kırcı ile ilgili bir çalışma içerisine
girmediğini, Tarık Ümit’in Kıbrıs’ta bir bankası olduğunu, Tarık Ümit’in kızı
Hande’den işittiğini, yine Tarık Ümit’in Kıbrıs’ta bir bankada ortak olduğunu ve
bu bankanın ortaklarından birisinin de Mehmet Ağar’ın şoförünün kardeşi Ömür
Özçelik olduğunu ve % 25 hissesi olduğunu, bunu da Tarık Ümit’in kızı Hande’den
işittiğini, Mehmet Eymür’ün adamları ile Tarık Ümit’in yakın çevresinde 4 milyon
dolarlık bir paradan bahsedildiğini, ancak paranın kaynağının belli olmadığı,
Tarık Ümit ve Mehmet Eymür’ün adamlarının bu paranın uyuşturucudan gelen bir
para olduğunu tahmin ettiklerini, Tarık Ümit, Mehmet Eymür ve Korkut Eken’in son
derece samimi olduklarını bildiğini, kara para aklanmasıyla ilgili olarak Tarık
Ümit’in ailesinin beyanına göre, Kazakistan, Pakistan, Afganistan tarafından
gelen uyuşturucunun, Kazakistan, Azerbeycan’dan Nahçıvan kanalıyla Türkiye’ye
girdiği, Türkiye’den eroinin yurtdışına, Hollanda ve Almanya’ya çıktığı,
birkısım paranın Kazakistan’da aklandığı, Kazakistan’da 450 milyon dolarlık bir
paranın olduğu, bu paranın da Kıbrıs’taki bankada aklandığı, Tarık Ümit’in de bu
işin içinde olduğunun söylendiğini,
Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Hayri Kozakçıoğlu’na rapor ve bilgi
vermediğini, Hayri Kozakçıoğlu ile hiçbir görüşmesi olmadığını,” belirtmiştir.
(Ek:205)
33- SENAR ER 13.1.1997 tarihli ifadesinde; “Asıl adının Senar
Keremoğlu olduğunu, Soyadını “ER” olarak değiştirdiğini, Van Tur otobüs
işletmesi sahibi olduğunu; öz babası Kadir Keremoğlu’nun 15.4.1995 günü evinden
ayrıldığını ve o günden bu yana babasından haber alamadığını, babasının Şehmuz
DURAK isimli şahıs tarafından götürülmüş olabileceğini, 10 Temmuz 1994 de Ahmet
Demir isminde birisinin kendisini arayıp 100 bin Mark para istediğini,
kendisinin de bu şahsı tanımadığını söylemesi üzerine Zinnar kod adlı kişi
olduğunu söylediğini ve bu şahsın Alaaddin Kanat olduğunu daha sonra
yakalandığında öğrendiğini ve bu şahsın tehlikeli bir insan olduğunun ifade
edildiğini öğrendiğini, 15 Nisan 1995 de babasının Van’da kaçırıldığını, Van’da
bütün resmi kuruluşlara müracaat ettiğini, ancak bir sonuç alamadığını,
babasının kaçırılmasında rol aldığını tahmin ettiği Şehmuz Durak’ın ifadesi
alındıktan sonra serbest bırakıldığını, babasını kaçıranların daha sonra
istedikleri fidye miktarını 750 bin Mark’a çıkardıklarını, bunu verdiği takdirde
babasını sağ olarak iade edeceklerini söylediklerini, kendisinin de 100 bin Mark
verebileceğini söylediğini, daha sonra durumu milletvekili Mustafa Zeydan’a
anlattığını, onun da zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’dan randevu alarak
Ağar’la görüştüklerini, Ağar’ın yardımcı olacağını söylediğini ve hemen İbrahim
Şahin’i telefonla aradığını ve konu ile ilgili olarak haberdar edilmesi
talimatını verdiğini, ancak Emniyete yaptığı başvurulardan da bir sonuç
alamadığını, bu arada babasının kurtarılması için Yarbay Nevres Özatlı ile de
görüştüğünü, bundan da bir sonuç çıkmadığını, kendisinden istenilen fidyeyi
vermediği ve Alaattin Kanat’ı yakalattığı için iki otobüsünün yakıldığını, iki
otobüsünün de silahla tarandığını, Alaattin Kanat olayından sonra bu işlerin
başına geldiğini, babasının serbest bırakılması için 80 milyon Nazif Karacan’a,
200 milyon lira da Lokman Çetin’e verdiğini, bunları babasının bakım masrafı
alarak verdiğini, Alaattin Kanat’ın dayısının polis olduğunu ve Narkotikte
çalıştığını, Nizamettin Dağdelen, Alaattin Kanat ve Mehmet Yazıcıoğulları adlı
şahısların kendisini tek tek tehdit ettiklerini ve 100 bin mark istediklerini,
vermediği takdirde kendisini öldüreceklerini söylediklerini, Alaattin Kanat’ı
tutuklandıktan sonra Van’da gördüğünü, babasını kaçıran araçların 34 ALL 82, 06
FH 600, 65 ER 279, 01 EA 600 plakalı araçlar olduğunu, plakaların da sahte
olduğunu, babasının kaçırıldıktan sonra Jandarmada olduğunu ancak korkusundan
isteyemediğini, babasının para için kaçırıldığını, 1994’den beri para toplama,
fidye isteme işinin yoğunlaştığını, Yüksekova’da herkesten para toplandığını,
kendisinden de sabıka kaydı için 5 bin mark istenildiğini, en çok para alma
işini korucuların yaptığını, Yüksekova’da insanların kendisini güvenlik
içerisinde hissetmediklerini, her an evden alınıp götürme korkusu içinde
olduklarını, insanların bu nedenle isteyen herkese para vermek zorunda
olduklarını, kendisinin fidye vermediğini buna mukabil babasının kaçırıldığını
ve otobüslerinin yakılıp, kurşunlandığını, Yeşil, Ahmet Demir, Mehmet Yıldırım
adları ile dolaşan şahsın askerlerin içinde olduğunu ve Jitemci olarak
bilindiğini, fakat bu şahsın sivil olduğunu, ancak yanında birkaç kişi ve elinde
telsiziyle dolaştığını, devamlı askerlerle birlikte olduğunu, bugüne kadar
Yüksekova’da çok fidye alındığını, ....................... adlı uyuşturucu
kaçakçısından da 750 bin mark fidye aldıklarını,
.....................’ın İstanbul’da ikamet ettiğini, ancak Yüksekova’lı
olduğunu, YEŞİL’in askerden güç aldığını, bunu Doğuda herkesin bildiğini,
insanların bu şahsı sesinden tanıdığını çünkü pekçok kişiyle telefonla
konuştuğunu, kendisi ile de YEŞİL’in birkaç kez konuştuğunu ve bir defasında
kendisini ölümle tehdit ettiğini, Yüksekova’lıların babası Kadir Keremoğlu’nun
başına gelenleri duydukları için fidye istendiğinde gidip gizlice verdiklerini
ve insanların korku içerisinde olduklarını,” belirtmiştir. (Ek:206)
34- MİT Müsteşarı Sönmez KÖKSAL 9.01.1997 tarihli ifadesinde; “MİT’in
yasal bir örgüt olduğunu, 2937 Sayı ve bu Kanunun 27.maddesinin bilgi istihsali
ve bilgi verme konusu ile ilgili olduğunu, yasal zorunlulukdan dolayı bazı
sorulara cevap vermek durumunda olmadığını, 1992 Kasım ayında MİT Müsteşarlığı
görevine başladığını, susurluk olayının hiç birlikte olmayacak bazı kimselerin
beraberliğini açığa vurma açısından çok önemli olduğunu, yargının işlevini
yaptığı takdirde muhtemelen bu iddialardan bir kısmının doğru olduğunun ortaya
çıkacağını, bu iddialarla ilgili her organın, her kurumun kendi açısından
yürütmesi gereken birtakım tahkikatlar olduğunu, MİT’in görev alanının dışında
yürüttüğü bir çalışmasının olmadığını, MİT’in uyuşturucu konusuna yaklaşabilmesi
için geçtiğimiz yıldan itibaren bir birim oluşturduğunu, daha çok bu olaylara
stratejik açıdan yaklaşma eğiliminde olduğunu, MİT’in uyuşturucu konusunda
yaklaşımının sadece uyuşturucunun Uluslararası terörle, uyuşturucunun organize
suç denilen kavramlarla işbirliğini ortaya çıkarmak olduğunu,
1988 de yazılmış bir MİT RAPORU olduğunu ve bunun da ilgilisi tarafından
üstlenildiğini ve Komisyona ifade verdiğini, bunun dışında MİT tarafından ortaya
atılmış herhangibir rapor olmadığını, Abdullah Çatlı ile ilgili olarak
arşivlerinde bilgi olabileceğini, talep edilmesi halinde iletebileceklerini
Sedat Bucak’ın legal bir milletvekili olduğunu ve bu şahısla ilgili bir çalışma
yapmadıklarını, istihbarat neredeyse orada olduklarını, gerektiğinde herkesi
istihbarat işlerinde kullanabildiklerini, Susurluk kazasından sonra
Başbakanlıkça iddialar hakkında MİT’in bir inceleme yapmasının istenildiğini,
MİT’in de bu incelemeyi yaptığını ve sonuçlarını Sayın Başbakan’a sunduğunu, bu
incelemede devlet içinde kontrolsüz bazı güçlerin varlığının bu olayla ortaya
çıktığının ifade edildiğini, gayri kanuni belgelerin temini, pasaport vs.
şeylerin ortaya çıktığı, yapılan bazı operasyonlarda merkezi kontrolün tam
olmadığı hususunda vurgulandığını bunların MİT tarafından yapılan ilk
incelemelerden sonra ortaya çıkan emareler olduğunu, istihbarat konusunda yoğun
bir şekilde çok başlılıktan bahsedildiğini, burada sınırların iyi çizilmesinin
lazım geldiğini, geçici köy koruculuğunun yeniden yapılanmasının ihtiyaç olarak
ortaya çıktığının ifade edildiğini,
Devletin dış itibarı açısından bazı sakıncalı durumlarda yaratıldığına dikkat
çekildiğini, MİT’in istihbarat çarkına takılmış olduğu kadarıyla kişiler
hakkında bilgi sunduklarını, 59 kişinin adının geçtiğini, uyuşturucu ticaretinin
devlet himayesinde yürütüldüğü konusunda bilgisi olmadığını, yürütülen büyük bir
terör mücadelesi olduğunu, MİT’le, Emniyet ve Jandarma arasında çekişme ve
kargaşa olmadığını, böyle bir kavga olsa terörle mücadelenin bu şekliyle
yürütülemiyeceğini, MİT’in, yeraltı dünyası ile güvenlik güçlerinin ilişkisi
konusunda bir araştırmasının olmadığını, Tarık Ümit’in, MİT’in haber toplayıcı
elemanı olduğunu, Tarık Ümit olayının Jandarma ve savcılığa yansıdığını, olay
icraya yansıyınca MİT’in yapacak birşeyi olmadığını, Mesut Yılmaz’a Budapestede
yapılan saldırı ile ilgili olarak özellikle bir bilgilerinin olmadığını, ancak
diğer ülkelerdeki bazı yapılanmalar hakkında bilgileri olduğunu, Özdemir
Sabancının öldürülmesinin DHKP-C’nin bir operasyonu olduğunu ve Sabancı
ailesinin seçildiğini, bunun daha önceden planlanmış bir operasyon olduğunu,
Güneydoğu Anadolu raporu konusunda bir siyasî parti genel başkanı ile aralarında
Sabancının da bulunması nedeniyle operasyonun yanlış izlenim vermemesi amacıyla
ertelenmiş olduğunu, türkiyed telefon hat sayısının 15 milyonu bulduğunu,
hepsinin dinlenebilmesi için 15 milyon ek hat kurulması gerektiğini, bütün
telefonların dinlenmesinin gerçek dışı olduğunu, MİT’in bu konuda töhmet altında
bırakıldığını,
Ömer Lütfü Topal cinayetiyle ilgili MİT’in bir çalışması olmadığını,
Tarık Ümit’in MİT kadrolarında yer alan birisi olmadığını, Tarık Ümit’in sadece
dışarıdan haber getiren birisi olduğunu, buna haber toplayıcısı dediklerini, MİT
olarak PKK’ya finansman temini noktasında veya değişik tarzdaki lojistik
destekler noktasında çalışma yapılması konusunda bilgi vermesinin güç olduğunu,
olayın tahmin edilenden daha kapsamlı bir olay olduğunu, hem Türkiye’de hem
Avrupa’da zorla para toplama olayının varolduğunu, bir bütün olarak yürütülen
terörle mücadelede geçici köy korucularının fevkalade olumlu bir işlev
gördüğünü, birtakım ortadan kaldırılan insanlar PKK’ya yardım ettikleri amacıyla
kaldırıldıysa bunu komisyon üyelerinin de kendisinin de basından öğrendiğini,
bunun dışında söyleyecek bir şeyi olmadığını,
MİT’te yeraltı dünyası diye bir bilgi havuzu olmadığını, isim sorulduğu takdirde
bilgi verebileceklerini,
Türkiye gibi bir ülkede istihbarat yapmanın fevkalade zor olduğunu, şartların
zor, iç dinamiklerinin çok hareketli, bir sürü iç problemleri, dış problemleri
olduğunu, böyle bir ülkede istihbaratın hiçbir zaman yeterli olamayacağını,
hiçbir ülkede hiçbir yöneticinin istihbaratın yeterli olduğunu
söyliyemiyeceğini, MİT olarak hem insan kalitesi hem de teknik imkânın
artırılması konusunda olumlu adımlar attıklarını,
Bu alanda güçlendikleri ölçüde istihbaratın kalitesinin de artacağını, MİT’in
ajanlarıyla olan ilişkisini ajanların haber getirme niteliği ortadan kalktığı
zaman kestiğini, Haluk Kırcı ile MİT’in bir ilişkisinin olmadığını,
Abdi İpekçi, Uğur Mumcu gibi suikastlerle ilgili dosyaların kapanmamış olduğunu,
üzerinde çalışıldığını,
Kontrespionaj konusunda MİT’in sorgulama yetkisinin bulunduğunu, Özdemir Sabancı
cinayeti sanığı Mustafa Duyar’ın da kontrespionaj kapsamında sorgulandığını,
MİT olarak, Abdullah Çatlı’yı kullanmadıklarını, Gonca Us, Hüseyin Kocadağ,
Abdullah Çatlı ve Sedat Bucak ile ilgili bir çalışma yapmadıklarını,
başbakanlıkta özel istihbarat bürosu olmadığını,
Uğur Mumcu suikastinde kullanılan patlayıcı konusu üzerinde MİT olarak
hassasiyetle durduklarını, bunun üzerinde çalışıldığını,” belirtmiştir. (Ek:207)
35- Alaaddin YÜKSEL Emniyet Genel Müdürü 9.01.1997 tarihli ifadesinde; “ 14 Nisan 1996 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü görevine
başladığını, Susurlukta meydana gelen kazanın Jandarma Genel Komutanlığının
taşra teşkilatının sorumluluk alanı içerisinde meydana geldiğini, kaza
mahallinde yapılması gereken her türlü işlemlerin Jandarma Genel Komutanlığının
taşra teşkilatı tarafından yapıldığını, araçta bulunan meslektaşlarının ne
amaçla orada bulunduğunun kendilerini ilgilendirdiğini, bunun aydınlatılması
için derhal Müfettiş görevlendirildiğini, Susurluk Cumhuriyet Savcılığı’nca
kazadan hemen sonra Emniyet Genel Müdürlüğüne çekilen faksta olay mahallinde 7
silahın bulunduğu; genel nitelikleri itibarıyle kimler adına kayıtlı olduğunun
bildirilmesinin istenildiğini, buna ilave olarak birtakım belgelerin Emniyet
Genel Müdürlüğü tarafından verilip verilmediğinin sorulduğunu,
Hüseyin Kocadağ ile ilgili yaptırılan inceleme sonucunda; Hüseyin Kocadağ’ın
İstanbul’da bir polis okulu müdürü olduğunu, Hüseyin Kocadağ’ın görev yerinden
izinsiz olarak ayrıldığı, Havayolu ile İzmir’e gittiği, Hüseyin Kocadağ’ı
İzmirde otelde kaldıkları, Ege’de bazı geziler yaptıkları, dönüşte de malum
kazanın meydana geldiğinin anlaşıldığını,
Kazada bulunan 7 silahtan; 3 silahın bir tanesinin Hüseyin Kocadağ’ın zati
silahı olduğu, bir tanesinin Sedat Bucak tarafından Makina Kimya Endüstrisi
Kurumundan satın alınmış ruhsatlı silah olduğu, yine bir tanesinin Abdullah
Çatlı tarafından devir suretiyle alınan silah olduğu ve İstanbul Valiliği
tarafından yapılan soruşturmalara dayalı olarak silah ruhsatı almış olduğunu
geriye kalan 4 silahın İl Emniyet Müdürlüklerinde kaydının çıkmadığını, Interpol
aracılığıyla silahların üretildiği fabrikalara sorduklarını,
Özellikle İtalyan Baretta fabrikasına sorulduğunda, bunların İsrail’e satılmış
olduğunu ve nihayet bu silahların Türkiye’ye satılabileceğinden bahsedildiğini,
Sadece Baretta Silahın İsrail’e satıldığının ifade edildiği, diğerlerinin ise
kayıtlarının bulunamadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünün tüm depo kayıtlarının
incelendiğini ve bu silahların kayıtlarına rastlanılmadığını,
Abdullah Çatlı’nın Türkiye’ye 10 değişik pasaport ve isimle giriş-çıkış
yaptığının tesbit edildiğini, özellikle 1994 den günümüze kadar 122 kez
yurtdışına çıktığının belirlendiğini, Şahin Ekli adına bir tek Yeşil Pasaport
çıktığı, sadece hususi pasaportu Emniyet Genel Müdürlüğünden almış olduğu, bu
pasaportuna dayanarak teşkil eden belgelerde Maliye Bakanlığında 1.sınıf
müfettiş ünvanı belirtilerek pasaport alındığının belirlendiği, diğer
pasaportların Londra Büyükelçiliğinden alınmış olduğu,
Emniyet Genel Müdürlüğünden 1. sınıf Maliye Müfettişi ünvanıyla almış olduğu
pasaporta ait belgelerde Maliye Bakanlığında görevli Daire Başkanı Çetin
Karcı’nın imzasının taklit edilerek atılmış olduğunu pasaporta dayanarak teşkil
eden evrakların sahte olduğunu,
Emniyet Genel Müdürlüğünde bütün Bakanlıkların yeşil pasaport talebine ilişkin
belgeleri imzalamaya yetkili kişilerin imza sirkülerlerinin bulunduğunu, çok
dikkatli bakıldığında belki bu sahte belgelerin tesbit edilmesinin mümkün
olabileceğini,
Abdullah Çatlı’nın gerek Interpol ve gerekse Emniyet kayıtlarına bakıldığında
yurtdışında çok değişik isimler kullandığını, 1980’li yıllardan sonra Fransa’da
uyuşturucudan yakalandığını, Fransa’da 5 yıl hapse mahkum olduğunu, 5-5,5 yıl
cezaevinde yattığını, İsviçre’ye iade edildiği ve İsviçre cezaevinden kaçtığını,
Ali Kurdoğlu, Ahmet Kurdoğlu gibi değişik isimler kullandığını,
DGM Savcılığından, Emniyet Genel Müdürlüğünde silah uzmanı kadrosunun bulunup
bulunmadığının ve bu tür belge verilip verilmediğinin sorulduğunu, Emniyet
kadrolarında silah uzmanı adıyla bir kadronun bulunmadığını, kayıtlarında da
böyle bir belge tanzim edildiğine dair hiçbir kayda rastlanılmadığını, Silah
ruhsatlarında yasaya göre bir standart olduğunu, görev ve ünvanı kim olursa
olsun herkesin aynı silah ruhsatını taşıyacağını, bunun dışında bir ruhsat
örneği olmadığını,
1996 yılı başında Sedat Bucak için korunma kararı alındığını, ancak Sedat
Bucak’ın koruma istemediğini, bu nedenle kararın dosyasında muhafaza edildiğini,
Söylemez Çetesinin yakalanmasından sonra özellikle Söylemezlerin Milletvekilleri
Sedat Bucak ve Necmettin Dede’yi ortadan kaldırmak istedikleri ve bu amaçla
planlar hazırladıklarının anlaşılmasından sonra Sedat Bucak’ın İçişleri
Bakanlığına ve Meclis Başkanlığına yazılı müracaatının olduğunu ve bu
müracaatından da korumasına istediği polis memurlarının isim listesini
belirttiği, bunun üzerine derhal koruma kararı alınması zaruretinin ortaya
çıktığını ve koruma olarak istediği polis memurlarının Ankara Valiliği emrine
atandığını ve Valilik onayı ile Sedat Bucak’a korumaların verildiğini,
Koruma altında tutulan 1028 kişi olduğunu ve genellikle korumaların ismen
korunan kişilerce talep edildiğini,
Özel harekatta görevli polislerin zaruret halinde diğer işlerde de
görevlendirilebildiklerini ,Sayın Başbakan ve Başbakan Yardımcısının emrinde 20
civarında özel harekat görevlisinin çalıştığını,
Emniyet Genel Müdürlüğünün adli görevlere münbahis bir görevi bulunmadığını,
Emniyet Genel Müdürlüğünün belli olaylarda, kişileri alalım, sorgulayalım gibi
görevi bulunmadığını, Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile ilgili olarak İstanbul
Emniyet Müdürlüğünden derhal bir yazıyla bilgi istediklerini, alınan cevapta,
İstanbul Emniyet Müdürlüğü santralına bir ihbarın geldiği, bu ihbar üzerine 3
polisin ve 2 sivil vatandaşın İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından alındığı,
konunun incelendiği ve olayla hiçbir irtibatının olmadığı anlaşıldığından
herhangibir işlem yapılmamıştır şeklinde ifade edildiğini,
Özel Harekat Daire Başkan Vekili İbrahim Şahin’in İstanbul Çamlıca
turnikelerinde özel harekatçı 3 polis memurunu teslim aldığını, İçişleri
Bakanı’nın emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’a talimat verdiğini, Halil
Tuğ’un da bu talimatı sadece İbrahim Şahin’e ilettiği ve Emniyet Genel Müdürü
olarak kendisine bilgi vermediğini, bu nedenle ilgililer hakkında tahkikat
başlattığını, Emniyet Genel Müdürlüğü olarak başka bir yerden adam alma
yetkilerinin olmadığını, ancak illerin talebi halinde silah uzmanı, sorgulama
uzmanı gibi yardım yapabileceklerini, Kamusal gücü kötüye kullanan hiç kimsenin
bu teşkilatta barınmaması gerektiğini,
3201 ve 2559 sayılı yasalarda polise istihbarat yapma imkânı veren hükümler
olduğunu,
Bu amaçla bütün İl Emniyet Müdürlükleri bünyesinde istihbarat birimleri olduğunu
ve Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde de İstihbarat Daire Başkanlığı
bulunduğunu, bu birimin doğrudan Emniyet Genel Müdürüne bağlı olduğunu, 1980’li
yıllardan sonra emniyet Genel Müdürlüğünün özellikle terör, uyuşturucu ve
organize suçlarla ilgili olarak istihbarat çalışmaları yaptığını,
Türkiye’de istihbaratın patronunun MİT olduğunu ve Emniyet Genel Müdürlüğünce
yapılan istihbaratın sadece asayiş istihbaratı olduğunu, PKK’ya yönelik yapılan
nokta operasyonların MİT tarafından verilen bilgilere dayalı olduğunu ve MİT ile
aralarında bir uyumsuzluk olmadığını, ne MİT ile ne de başkasıyla bir
çatışmaları olmadığını, 3200 civarında istihbarat elemanları olduğunu, bunun
kendi personelleri olduğu ve bu nedenle polisin dışarıdan adam kullanmalarına
gerek bulunmadığını, Yüksekova, Ankara, İçel, gibi yerlerde polislerin de
aralarında yer aldığı organize suç örgütlerinin ortaya çıkarıldığını, bunun
içinde uyuşturucu grubunun çıktığını, hatta Söylemet Çetesinde 5’e yakın emniyet
mensubunun olduğunu,
50 ilde Özel Harekat biriminin bulunduğunu, toplam görevli sayısının 6700
civarında olduğunu, batı illerimizde görev alan özel harekat elemanlarından
bazılarında psikolojik problemler çıktığını, ciddi problemleri yaşandığını, bu
elemanların rehabilite edilmelerinin şart olduğunu bu amaçla Balıkesirde bir
rehabilitasyon merkezi açmak için çalışmalarının olduğunu,
Abdullah Çatlı ile ilgili olarak İstanbul DGM Başsavcılığının bir çalışma
yaptığını,
Mesut Yılmaz’a Budapeşte’de yapılan saldırı ile ilgili olarak, Dış İlişkiler
Daire Başkanı ile Dışişleri Bakanlığından konu ile alakalı bir büyükelçinin
Macaristan’a gittiklerini ve Macar polisi ile bir çalışma yaptıklarını, olayda 3
kişinin olduğunun ifade edildiğini, macar polisinin 3 kişi hakkında tutuklama
kararı verdiğini ancak bu kişilerin Macaristanı terk ettiklerini Macar
polisince, ifade edilmiş olduğunu, bu kişilerle ilgili Interpol kanalıyla
kırmızı bülten çıkardıklarını ve takibin devam ettiğini,
Susurluk kazasından sonra Emniyet Teşkilatı olarak çok zor günler
geçirdiklerini, kim yasalara aykırı bir şey yapmışsa elbette bunun sonuçlarına
da katlanması gerektiğini, Söylemezler çetesi dahil hiçbir çete soruşturmasında
yarım bırakılan bir husus olmadığını ve herşeyin gayet iyi gittiğini,
Devlet içerisinde suç işleyen insanlar, münferit olarak her zaman çıktığını,
bunun örneklerinin dünyanın her yerinde görüldüğünü, devlet içinde bir çete
örgütlenmesinin sözkonusu olmadığını, Türkiyede mafya tarifi içerisinde bir
mafya olmadığını, Türkiye’de organize suç şebekeleri olduğunu, mafyanın
tarifinde en önemli konunun ülkenin bir bölümünde tüm ekonomik ve sosyal
faaliyetlerin o grubun elinde tutmasının geldiğini, orada kamu ve özel birtakım
şeylerden rant alma, gibi Türkiyede böyle bir şeyin olmadığını, birtakım
organizasyonlar, suç grupları içerisinde, devletin içinde yeralmış münferit
kişilerin zaman zaman olabildiğini, bunu devletin mafya ile ilintisi olarak
nitelemenin mümkün olmadığını, organize suçlar içerisinde suç işleme itiyadında
olan, potansiyel nitelikli kamu görevlileri olabileceğini, Emniyet teşkilatının
da acele olarak yeniden yapılandırılması gerektiğini, polis okullarını 2 yıllık
polis meslek yüksek okulları haline getirmeyi düşündüklerini,
Abdullah Çatlı’nın Emniyet Teşkilatınca kullanıldığı yolunda bir tesbitinin
olmadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünde kendi kadrosu dışında insanların
çalıştırıldığına dair de herhangibir bilgi ve belge bulunmadığını, Susurluk
kazasında bulunan silahların balistik incelemelerinin Jandarmada ve sonra da
Jandarma tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü laboratuvarlarında yaptırıldığını ve
silahların hepsinin temiz çıktığını,
1996’nın ilk ayında Haluk Kırcı’nın İstanbul polisi tarafından hakkında
Bahçelievler katliamı ve İstanbul Büyükçekmece Mahkemeleri tarafından verilmiş
gıyabi tutuklama kararı nedeniyle yakalandığını ve İstanbul Emniyetinden
kaçtığını, İstanbul Emniyet Müdürlüğünün bir soruşturma açtığını, bu
soruşturmayı bir başkomiserin yaptığını, soruşturma sonucunun yargıya intikal
ettiğini ve bir polis memurunun tutuklandığını ve diğerinin serbest
bırakıldığını, bundan sonra polis memurunun da beraat ettiğini, sonradan
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının konu ile ilgili tekrar soruşturma açtığını,
Emniyet Müdürü Statüsünde bir özel harekatçı olmadığı için İbrahim Şahin’in Özel
Harekat Daire Başkanlığına vekaleten baktığını” belirtmiştir. (Ek:208)
36- Hande BİRİNCİ 7.01.1997 tarihli ifadesinde; “Tarık Ümit’in kızı
olduğunu, babasının en son 2 Mart 1995 de Yaman Hakkı ile görüştüğünü, Yaman
Hakkı’nın Kıbrıs Bankasındaki Müdür olduğunu ve babası ile bu bankaya ortak
olduklarını, bankanın başka ortakları olup olmadığını bilmediğini, Babası Tarık
Ümit’in 3 Mart 1995’te İstanbul Erenköy Divan Pastanesine gitmiş olduğunu,
babasının bu pastaneye gittiğini orada çalışan garsonlardan öğrendiğini,
babasının burada Ziya ve Ayhan isimli iki polis memuru ile buluştuğunu, bunu da
Jandarmada Jitem’ci Assubay Ahmet Alatıntaş’tan öğrendiğini, bu iki polis
memurunun İbrahim Ağabey seni evde bekliyor oraya gideceğiz dediklerini
öğrendiğini, İbrahim’in İbrahim Şahin olup olmadığını bilemediğini, 4 Mart 1995
günü saat 13.30 sıralarında babasının otomobilinin Silivride bulunduğu yere
gittiğini, Jandarmanın araştırmaya başladığını ve aracın plakasının sahte olması
üzerine Jandarmada bir süre alıkonulduklarını, daha sonra Kadıköy Cumhuriyet
Savcılığına giderek babasının hayatından endişe duyduğu için müracaatta
bulunduğunu, babasının serbest ticaretle meşgul olduğunu, Kıbrıstaki bir
bankanın ortağı olduğunu, son zamanlarda tek uğraştığı işin bu olduğunu,
Almanyada yaşıyan bir ablasının bulunduğunu, babası Tarık Ümit’in kaybolmasından
hemen sonra Mehmet Eymür’ün kendisini telefonla aradığını ve iki arkadaşını da
İstanbul’a gönderdiğini, babasının kaybolmasında Korkut Eken’in rolü
bulunduğunu, ifadeye gittiğine bunu belirtmesini söylediğini, Mehmet Eymür’ün
de, Korkut Eken’in de babasının arkadaşı olduklarını, Jandarma JİTEM’den assubay
Ahmet Altıntaş’ın Tarık Ümit ile ilgili bir çalışma yaptığını ve Avşar kederoğlu
ismini sorduğunu, böyle bir şahsı o ana kadar hiç duymadığını, kendi duyumlarına
göre babasının iki polis memuru ve ibrahim Şahin tarafından Abdullah Çatlı’ya
teslim edildiği ve bir daha Tarık Ümit’in piyasaya çıkmadığını; Korkut Eken ile
İstanbul Feneryolunda 10 dakika kadar görüştüğünü ve bu görüşmede Eken’in
kendisine babasının yurtdışında bir görev yollandığını, söylediğini,
Mehmet Eymür’ün yolladığı kişilerin kendisine babasının Korkut Eken’in isteği
üzerine özel harekatçılarca kaçırıldığını ve sorgulandığını söylediklerini, bu
konu ile ilgili olarak Mehmet Ağar’ın da isminin geçtiğini, Eymür’ün kendisinin
de babasının kaçırılmasında Korkut Eken ve Mehmet Ağar’ın ilgisinin olduğunu ve
bu isimleri Cumhuriyet Savcılığına vermesini söylediğini, ancak bu isimleri
Savcılığa vermediğini, Tarık Ümit’in son aylarda ortalığın epeyce karışık
olduğunu, zamanı gelince bazı şeyleri anlatacağını ancak henüz vakti gelmediğini
kendisine söylediğini, arada laf çıkartan insanlar var dediğini babasından
işittiğini, Tarık Ümit’in Cihangirde yazıhanesinin Korkut Eken tarafından
telefonla arandığını ve Korkut Eken’in telefona cevap veren çocuğa, o bizi sattı
biz de onu satacağız deyip telefonu kapattığını, bunu yazıhanedeki çocuktan
işittiğini, bu telefon olayının babasının kaybolmasından önce olduğunu, korkut
Eken ve Mehmet Ağar’ın mal vaarlıklarının araştırılması gerektiğini,
Babasının kaybolmasının Silivri Jandarmasınca yapılan bir soruşturma ile
kaldığını, Abdullah Çatlıyı Mehmet Özbay ismiyle tanımadığını, Mehmet Ağar’ı da
şahsen tanımadığını, Emniyetten Hiram Abas, Mehmet Eymür ve Korkut Eken’i
tanıdığını, Assubay Ahmet Altıntaş’ı, Jitem mensubu olarak tanıdığını ve ilk
defa babasının kaybolması olayında tanıştığını, Kıbrıs Bankasındaki ortak Yaman
Hakkının kendisine babası Tarık Ümit’in bankada hissesi olmadığını söylediğini
ancak elinde hisse dağılımı olan evrak bulunduğunu ve babasının bankaya ortak
olduğunu ve kaybolmadan evvel en son gündüz Tarık Ümit’in Divam Pastanesinde
Hakkı beyle görüşmüş olduğunu, Babası Tarık Ümit’in son zamanlarda emniyet
tarafına ters düşmüş olabileceği şeklinde kuşkularının olduğunu,
İbrahim Şahin ile şahsen hiçbir tanışıklığı olmadığını bildiği kadarıyla babası
Tarık Ümit’in uyuşturucu ticaretiyle bir alakasının bulunmadığını, dündar Kılıç
isminden babasının hiç bir zaman bahsetmediğini, Alaattin Çakıcı, Tevfik
Ağansoy, Behçet Cantürk, Ömer Lütfü Topal, Sami Hoştan ile Tarık Ümit arasında
direkt ya da endirekt ilişkiler konusunda herhangi bir duyumunun olmadığını
zaten kendisinin son 2 yıldır İstanbul’da oturmadığını, Yaşar Öz’ün Düzceden
babası Tarık Ümit’in çocukluk arkadaşı olduğunu, Yaşar Öz ile Tarık Ümit’in bir
iş ilişkisinin olmadığını, Tarık Ümit’i uyuşturucuya karşı bir insan olarak
bildiğini, Yaşar Öz’ün uyuşturucu ticareti ile ilgisinin olup olmadığını
bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:209)
37- İbrahim Şahin Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili 7.01.1997 tarihli
ifadesinde; “1956 Tokat doğumlu olduğunu ve 1982’nin sonunda Özel
Harekatın Kurucularından birisi olduğunu, Tarık Ümit ile İstanbul Emniyet
Müdürlüğünde çalışırken tanıştığını, Tarık Ümit ile dost olduklarını; Tarık
Ümit’in kendisinin iki kez ziyaretine geldiğini, Tarık Ümit’in kaybolduğu 1995
yılı 2 Mart’ında kendisinin polis Memuru Ayhan Akça ve Mehmet Ağar ile birlikte
Diyarbakır’da olduklarını,
Tarık Ümit’in öldürülüp öldürülmediğini bilmediğini, ancak Tarık Ümit’in
uyuşturucu kaçakçılarını polise ve devlete yakalattığını, bunun için ajanlık
yaptığını, Tarık Ümit ile 1991-1992 yıllarında tanıştığını ve o günden beri
devamli ölüm korkuşu içinde olduğunu, bu durumu Tarık Ümit’in kendisinden
duyduğunu, bir de Tarık Ümit’in Kıbrısta banka açtığını kendisine söylediğini,
Tarık Ümit’in bu bankaya ortak olduğunun söylendiğini,
Topal Cinayeti ile ilgili olarak polis memurları Ayhan Akça, Oğuz Yorulmaz ve
Ercan Ersoy’un evvelce Özel Harekat daire Başkanlığı emrinde çalıştıklarını 1995
yılı Nisan ayında ayrıldıklarını, Ercan Ersoy’un İzmir’e, Ayhan Çarkın ile Oğuz
Yorulmaz’ın da istanbul’a tayin olduklarını, şu anda Ercan Ersoy’un özel
harekatçı olmadığını, diğer ikisinin Özel Harekatçı olduğunu, Oğuz Yorulmaz’ın
1996 yılı Ocak Şubat aylarında Ankara’dan ayrıldığını, bu polis memurları,
ayrıldıktan sonra hiçbir şekilde görüşmesinin olmadığını, hele Ercan Ersoy’la
hiç olmadığını, zaten Ercan Ersoy’un özel harekattan çıkarıldığını, 28 Ağustos
1996 da Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’un kendisini çağırdığını ve
İstanbul’da alınan bu memurları alıp getirmesini kendisine köylediğini, İçişleri
Bakanı Mehmet Ağar’ın da kendisini telefonla aradığını ve bu talimatı verdiğini,
istanbul Çamlıca turnikelerinde memurları teslim aldıklarını ve Ankara’ya
döndüklerini,
Döndükten sonra Halil Tuğ ve İçişleri Bakanına bilgi verdiklerini, getirilen
şahısların ifadelerini aldıktan sonra serbest bıraktıklarını, İstanbuldan
tutanakla teslim aldıklarını, tutanakta şahısların bir ihbar neticesi
alındıklarını ve herhangibir illiyet bağına rastlanmadığı ve olayla ilgileri
olmadığından bahsedilerek teslim edildiğinin belirtildiği, Ankara’da bu
şahısların yazılı ifadelerinin ve gösterdikleri şahitlerin de ifadelerinin
alınarak salıverildiklerini,
Bu polis memurları ile birlikte iki sivil Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir’in de
teslim alındığını ve ifadelerinin alınmasından sonra bunların da serbest
bırakıldıklarını,
Mehmet Ali Yaprak ile bir ilişkisinin bulunmadığını ve bu şahsı tanımadığını,
Tarık Ümit’in kızı Handeyi de tanımadığını ve hiç görüşmediğini, Tarık Ümit
olayının souşturmasını yapan Jandarma Assubayı ile telefonla görüştüğünü ve özel
harekatçı Ayhan Akça’nın alınmasının yanlış olduğunu ve bıkarılmasını
söylediğini, Resmi olarak istenildiği takdirde Ayhan Akçay’ı verebileceklerini
de söylediğini, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Mehmet Eymür’ün kendisine
telefon ettiğini ve Tarık Ümit’in kendilerince alındığını söylediğini,
kendisinin de mümkün olmadığını, almaları için sebep olmadığını söylediğini,
Abdullah Çatlı’yı tanımadığını, Özel harekatta görevli polis memurları nereye
tayin olurlarsa olsunlar mutlaka Özel Harekat daire Başkanlığının görüşünün
alınması gerektiğini, Sedat Bucak’a koruma olarak verilen memurlarla ilgili
olarak kendilerinden bir görüş sorulmadığını, normalde sorulması gerektiğini,
Ayhan Akça’nın evvelce kendisine korumalık yaptığını, Ayhan Akça ile kurye Dilek
Örnek ilişkisini Ayhan Akça’nın açığa alınmasından sonra öğrendiğini, 1988 den
beri Ayhan Akça ile birlikte çalıştıklarını ve hem kendisinin hem de Ayhan
Akçanın Tokat’lı olduğunu ve hemşehri olduklarını ve güvendiği bir elemanı
olduğunu,
Doğuda, zaman zaman operasyonlar, bölgedeki MİT sorumlusu personel ile bilgi
alışverişi yaptıklarını, operasyon öncesi MİT yetkililerinden bilgi aldıklarını,
Operasyona katılan özel tim’in en az 20 kişiden oluştuğunu, ve iki timle
operasyona gidildiğini,
Özel tim’in kırsal alana tek başına gitme yetkisinin bulunmadığını, mutlak
surette yanlarında askeri birlik olması gerektiğini, Narkotikle özel harekatın
bir bağlantısı olmadığını, kendisinin 25 yıllık polis olarak sadece esrarı
tanıdığını, diğerlerini bilmediğini, narkotik şubelerin kırsal alanda operasyon
tecrübelerinin bulunmaması nedeniyle kendilerinden yardım istediklerini ve
kırsal alanda pusu atma işlerini yaparak Narkotike yardımcı olduklarını,
Uyuşturucu sevkiyatı ile PKK’nın bağlantısının olduğunu, nihai olarak
kendilerinin operasyon mensubu olduklarını,
1993 yılından beri Özel Harekat daire Başkanlığı görevini vekaleten yürüttüğünü,
Özel Harekatta 7 bin civarında personel olduğunu, özel harekatın lekelenmemesi
için elden gelen gayretin gösterildiğini ve uygunsuz hali görülenlerin hemen
özel harekattan çıkarıldığını, özel harekatın yıpratılması için memurlarının
MHP’lilerden seçildiği yolunda söylentiler yayıldığını ve bunun gerçekle bir
ilgisi olmadığını, PKK ile mücadelede özel harekatın başarılı olduğunu ve bu
nedenle PKK örgütünce kendilerine saldırıldığını,
Bu güne kadar 6700 kişilik özel harekat kadrosundan, işledikleri suçlar
nedeniyle sadece 28 kişinin meslekten ihraç edildiğini, özel harekatın
kuruluşunun Genel Kurmay’ın Özel Harp Dairesine dayandığını, ilk kurulduğunda
Özel Harp Dairesinin kendilerine kurslar verdiğini, PKK ile yürütülen
mücadelenin bir gerilla savaşı olduğunu, Askerlerin operasyonlara giderken
yanlarında polis timi istediklerini,
özel timci polisleri Ankara’ya getirdiği için açığa alındığını, Sedat Bucak’ın
kaza geçirmesi üzerine İstanbul’u telefonla aradığını ve Sedat Bucak’ın durumunu
sorduğunu, Sedat Bucak’ı tanıdığını ayrıca Güneydoğuda bütün aşiret reisleriyle
yakın ilişkilerinin bulunduğunu bu insanların özel harekata yardımcı olduklarını
Sedat Bucak’ı sağlığını merak ettiği için aradığını, İstanbul Emniyet
Müdürlüğünü de aradığını ancak Balıkesir’i aramadığını, Behcet Cantürk öldüğü
zaman sevindiklerini, Behcet Cantürk’ün Özgür Gündem Gazetesinin % 30 hissedarı
olduğunu, PKK’ya en büyük mali ve lojistik desteği sağladığının söylendiğini, bu
operasyonu kimin yaptığını bilmediğini, Savaş Buldan’ın da PKK’ya destek verdiği
kanaatinde olduğunu, Buldan’ların doğuda aşiret olarak bu örgüte yardım
ettiklerini, Ömer Lütfü Topal hakkında böyle bir duyumu olmadığını, Ömer Lütfi
Topal’ın öldürülmesinde para ve menfaat ilişkilerinin bulunabileceği kanaatinde
olduğunu, Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile Özel Harekatın karalanmaya
çalışıldığını, Uzi silahının özel harekatta kullanıldığını, profosyonelce
işlenmiş olan bu cinayette uzi silahı bırakılarak adeta bir mesaj verilmek
istenildiğini, bu uzi silahın özel harekattaki silahlardan olmadığını zaten
numarasının da silinmiş olduğunu,
Abdullah Çatlıyı tanımadığını, 1995 yılında Çatlı ile oturup konuştuklarını
ancak Çatlı olarak değil Mehmet Özbay olarak tanıdığını, hatta soyadını bile
bilmediğini, kazadan sonra öğrendiğini, Ankara’da Sedat Bucak’ın yazıhanesinde
gördüğünü ve işadamı ve tekstilci olduğunu kendisine söylediğini, bir-iki defa
da İstanbul’da görüştüklerini,
Emniyette silah uzmanı sertifikası verilmesi gibi bir uygulama aolmadığını,
Korkut Eken’in Balıkesir ve Menteş kurslarında özel harekata öğretmenlik
yaptığını, bunun dışında özel harekatla hiçbir şekilde ilişkisinin
bulunmadığını,
Hüseyin Kocadağ ile ilk Özel Harekat şubesinde beraber çalıştıklarını, bir
kadınla ilişkisi olduğu gerekçesiyle meslekten ihraç edildiğini ve Danıştay
Kararıyla tekrar mesleğe döndüğünü ve Hakkâri Özel Harekat Şube Müdürü olarak
tekrar başladığını,
Ömer Lütfü Topal cinayeti ile ilgili İstanbulda polisce alınan 3 özel timciyi
almak üzere İstanbul’a gidişinde Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel’in
Ankara’da olmadığını ve görevi Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’dan
aldığını,
Özel harekatın, istihbarat için adam kullanmadığını, özel harekatta da böyle bir
istihbarat birimi olmadığını,
Bucak aşiretinin tamamının gönüllü köy korucusu olduklarını ve para
almadıklarını, devletten para alan Bucak aşireti ile ilgili korucu sayısının
50’yi geçmediğini, operasyon bölgelerinde arazi şartlarını iyi bilen 3-5
koruyucu da beraberlerine alabildiklerini, bunların sadece yol gösterici
olduklarını,
Tarık Ümit’in kaçırılması olayı ile ilgili olarak, Mehmet Eymür’ün kendisini
telefonla aramadığını, kendisinin Yenimahalleye giderek Mehmet eymür ile yemek
yiyip görüştüğünü, Mehmet Ağar’ın bu konuda kendisine bir şey söylemediğini,
Mehmet Eymür ile Tarık Ümit’in kaçırılması olayını da konuştuklarını, Mehmet
eymür’ün kendisine Tarık Ümit’i Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlunun götürdüğünü
ve Abdullah Çatlı’ın elinde olduğunu söylediğini, kendisinin de Ayhan Akçanın
Diyarbakır da o gece yanında olduğunu ve Genel Müdür ile birlikte Diyarbakırda
bulunduklarını, Diyarbakırda olan bir insanın İstanbul’da Divan Pastanesinden
Tarık Ümit’i kaçırmanın mantık dışı olduğuu söylediğini,
Mehmet Eymür ile yaptığı görüşmede Mehmet Eymür’ün “Tarık Ümit’i Abdullah Çatlı
bıraksın, ya da bıraktırın, ben teminat veriyorum, bir daha Tarık Ümit Abdullah
Çatlı’nın işlerine karışmayacak yahut o alana girmeyecek” dediğini, kendisinin
de Tarık Ümit’in nerede olduğunu bilmediğini söylediğini,
Özel Harekat Daire Başkanlığının herhangibir kişiyi alıp soruşturma hakkının
bulunmadığını,
Özel Çiller ile bir münasebetinin bulunmadığını, ömrü hayatında Özer Çiller’i
görmediğini,”belirtmiştir. (Ek:210)
38- Bilgi ÜNAL İstanbul Eski Emniyet Müdür Yardımcısı 7.01.1997 tarihli
ifadesinde: ”1952 Balıkesir Manyas doğumlu olduğunu, Ömer Lütfü Topal,
cinayetinde olay yerinde 2 tane kaleşnikof tüfek bırakılmış olduğunu ve bu
tüfeklere ait boş kovanlar ile İstinye tarafından çalıntı olduğu anlaşılan bir
arabada ameliyat eldivenleri bulunduğunu, teknik büronun yaptığı çalışma sonucu
tüfeklerin bir tanesinin Şarjörü üzerinde “Taramaya müsait değil, ancak mukayese
müsait yarım bir parmak izi bulunduğu” şeklinde tesbit yapıldığı, bu olayı
Bodrum Torba’da Regata Oteli ortaklarının öldürülmesi olayının bir misillemesi
olarak değerlendirildiğini, Ömer Lütfü Topal’ın Regata Oteline ortak olduğunu,
bu otelin ortaklarından birisinin Ömer Lütfü Topal tarafından öldürüldüğü
şeklinde kamuoyunda konuşmalar olduğunu, hatta konu ile ilgili olarak Muğladan
bir ekibin gelerek İstanbulda 15 gün çalıştıklarını, Cinayet bürosuna gelen bir
ihbarda özel harekatçı memurların isimlerinin verildiğini ve bunun
değerlendirilmesi lazım geldiği yolunda oluşturulan ekipte bir kanaat
uyandığını, bu durumu İl Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğluna da aktardığını, ve
olumlu görüşünü aldıklarını, bunun üzerine bir memurun İstanbuldan birisinin de
İzmir’den alındığını, üçüncüsü olan Ayhan’ın da arkadaşlarını sormak için Şubeye
geldiğinde alındığını,
Ömer Lütfü Topal Cinayetini araştırmakla görevli bir grup oluşturduklarını,
Asayiş Şubesi Müdür Yardımcısı, Cinayet Büro Amiri ve Cinayet Büro Amir
Yardımcısından bu grubun oluştuğunu,
Grubun yaptığı çalışmada alınan özel harekatçı memurlardan kesinlikle bu olaya
yanaşmadıklarını, bu cinayetle ilgilerinin olmadığını,olay gecesi bir memurun
İstanbulda C bölgesi diye bilinen Kadıköy Bölgesinde görevli olduğu, bir
tanesinin Bakırköyde arkadaşlarıyla yemekte olduğu, diğer birinin de İzmir’de
olduğunu,
Alınan polis memurlarının ve eldeki diğer sivil kişilerin Ankara’dan gelecek
ekibe teslim edilmesi için İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın İstanbul Emniyet
Müdürü Kemal Yazıcıoğluna talimat verdiğini, bunu Kemal Beyin kendisine
aktardığını,
Ankara da Özel Harekat dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin in İstanbul’a gelerek
Çamlıca turnikelerinde memurları ve sivilleri teslim alarak götürdüğünü, teslim
işleminde tutanak düzenlendiğini,
Memurların teslim saati itibariyle 29 saat gözaltında kaldıkları, bu sürenin
uzamış olmasının, Sayın İçişleri Bakanının talimatı üzerine Ankara’dan gelecek
ekibin beklenmesinden kaynaklandığını, yoksa yasal süre içerisinde ilgililerin
salıverilmiş olacaklarını, alınan şahısların sorgulanmadıklarını, isnat edilen
suçla ilgili olarak kendilerine bilgi verildiği ve kağıda yazmalarının
istenildiği, bunun bir uygulama olduğunu ve bu şahısların olayla ilgili
olmadıklarına dair el yazılarının olduğunu, bunun ifade niteliğini taşımadığı,
kendisinin bu kişilerle yapılan mülakatta bulunmadığını,
Ömer Lütfü Topal’ın olay günü akşamı casinodan evine giderken müdiresi ile
ortağı Ali Fevzi Bir tarafından yolcu edildiğini, olay günü diğer ortağı Sami
Hoştan’ın il dışında olduğunu,
Emniyetle ilgili ünitelerde hiçbir zaman video ile kayıt yapmadıklarını, böyle
bir tesbit yapmalarının sözkonusu olmadığını, alınan polis memurları ile yapılan
mülakata yabancı kişilerin girmediğini,
Memurların, mülakatta bulunan bütün görevlileri tanımalarının mümkün olmadığını,
İstanbul Emniyetinde bile qekçok memurun İl Emniyet Müdürü olarak şahsen
kendisini bile tanımadıklarını, ancak ismen tanıyabileceklerini,
Ömer Lütfü Topal Cinayeti soruşturması ile ilgili olarak kendilerine herhangibir
telkin yada esgeçin şeklinde bir zorlama yapılmadığını,
Alınan 3 polis memuru ile ilgili olarak kendilerine resmi yada gayriresmi
şahıslardan kimsenin muhatap olmadığını, ve bu konuda bir haber de duymadığını,
Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile ilgili olarak yönlendirilmelerinin sözkonusu
olmadığını, böyle bir şey hissetmediğini,
Abdullah Çatlıyı tanımadığını, ancak isim olarak tanıdığını, Mehmet Özbay’ın
Abdullah Çatlı olduğunu bilmediğini, Susurluk kazasından sonra öğrendiğini,
Ömer Lütfü Topal cinayetinde kullanılan silahlardan birisinde Abdullah Çatlının
Şahin ekli ismi ile 1992 yılında yurtdışına çıkışta sahte isim ve pasaportla
yakalanmasında alınan parmak izi ile benzerlik gösterdiğini ve bunun da ilgili
memurların kendi işlerinde dikkatli davranmış olduklarının bir sonucu olduğunu,
Asayiş Şubesinin bu konuda yaptığı çalışmalarla MİT ile direkt bir ilişkisinin
olmadığını eldeki mevcut bilgilere göre Ömer Lütfü Topal cinayetinin
aydınlatılmasının mümkün olmadığını,
Tevfik Ağansoy’un öldürülmeden önce de iki kez öldürmeye teşebbüs olduğunu,
olayın 2 sanığını aldıklarını, olaya fiilen karışan 6 kişi olduğunu ve
diğerlerinin de isimlerini belirlediklerini, ölenlerden birisinin cinayeti
işlemeye gelen şahıslardan birisi olduğunu,
Arnavut Sami olarak bilinen Sami Hoştan’ın Almanyada esrarla yakalanmak ve kumar
oynatmak suçlarından hakkında fiş düzenlenmiş olamsına rağmen, kendisine silah
ruhsatı verilmesi ile ilgili olarak bir bilgisinin olmadığını ve bu kounda bir
yorum yapamayacağını,
Haluk Kırcı hakkında bir bilgisinin olmadığını, basında yansıdığı kadarıyla
bildiğini,
Topal cinayeti gibi profesyonelce işlenen cinayetlerde, suçta kullanılan
tabanca, tüfek neyse, özellikle hadise yerinde bırakıldığını, çünkü
bırakılmadığı takdirde başka bir hadisede kullanıldığı zaman yakalanma ihtimali
olacağından o hadisenin de akabinde çözülmesini getireceğini bu nedenle
silahların bırakılmış olabileceği, kanaatinde olduğunu,
Özel tim mensuplarından Oğuz’un Hüseyin Kocadağ’ın korumalığını yaptığı
konusunda bir bilgisi olmadığını,
Ömer Lütfü Topal’ın daha önceleri uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı şeklinde duyumu
olduğunu, bugün için uyuşturucu kaçakçılığından çok daha fazla paranın mevcut
gazinolarından kazandığını, Ömer Lütfü Topal’ın gazinocular alemi içerisinde
sevilmeyen bir kişi olduğunu, bu kadar çok düşmanı olan bir kişinin olay günü
silahsiz ve tekbaşına olmasının dikkat çekici olduğunu,
Alınan 3 özel tim görevlisi ile Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir’in ilişkileri
hakkında bilgisi olmadığını, Sami Hoştan’ı hiç tanımadığını ve görmediğini, Ali
Fevci Bir’i de tebligat için Ömer Lütfü Topal’ın oğluyla birlikte geldiklerinde
bir defa gördüğünü,
Ayhan Akça’yı tanımadığını ve İbrahim Şahin’in özel koruması olup olmadığını
bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:211)
39- Habip ASLANTÜRK 28.01.1997 tarihli ifadesinde; “1971 İstanbul
doğumlu olduğunu ve İlkokul mezunu olduğunu, Abdullah Çatlı’nın Sultan Tekstil
firmasının muhasebe işlerinde çalıştığını, Abdullah Çatlı’yı, Mehmet Özbay
olarak bildiğini, Sultan Tekstil’e 1994 yılı Ağustos ayında girdiğini, Şubat
ayına kadar burada çalıştığını ve daha sonra BAYSA Şirketinde çalışmak üzere
kendisinin Botaş’a gidip-gelmekle görevlendirildiğini, kendisi ile birlikte
Turgay Maraşlının da bulunduğunu, Mehmet Özbay’ın şoförlüğünü de yaptığını,
ancak devamlı şahsi şoförü olmadığını, şimdi Baysa’da çalıştığını,
Mehmet Özbay (Abdullah Çatlı)’ın Batı Trakyada Türk asıllı milletvekili Sadık
Ahmet ile samimi olduğunu, ayrıca Sedat Bucak ile de Çatlı’nın
gelip-gittiklerini, Mehmet Özbay ile 3-4 defa Ankara’ya geldiklerini, yüksek
inşaata ve Sedat Bucak’a bir defasında uğradıklarını, Mehmet Özbay’a
çevresindekilerin Büyük Reis diye hitap ettiklerini, Haluk Kırcı’nın da Çatlı
ile birlikte olduğunu, Sultan Tekstilde Haluk Kırcı’nın ithalat-ihracat
müdürlüğü yaptığını, Mehmet Özbay’ın Botaştan aldığı işte Ahmet Baydar ile ortak
olduğunu, Mehmet Hadi Özcan’ı da Botaş’ta bir kez gördüğünü, Haluk Kırcı’nın da
2 kez Botaş’a geldiğini gördüğünü, Korkut Eken’i Botaş’ta hiç görmediğini,
Botaşta çalıştığını sonradan gazetelerden öğrendiğini,
Mehmet Özbay (Abdullah Çatlı)’ın İstanbul Floryada evi olduğunu, kendisinin BMW
otomobile bindiğini, Hanımının Honda kızının da suzuki otomobili olduğunu,
şirketleri bulunduğunu bu genç yaşta bu serveti nasıl elde ettiğini zaman zaman
kendi aralarında arkadaşları ile düşünüp konuştuklarının vaki olduğunu,
Mehmet Özbay’ın saza, söze, eğlenceye düşkünlüğünün olduğunu, İstanbul
Yeşilköyde Balıkçı Hasan’a Orfoz restaurant’a, Etilerdeki barlara ve benzeri
yerlere gittiklerini, Mehmet Özbay’ın zaman zaman yurtdışına gittiğini, Mehmet
Özbay’ın iki tane telefonu olduğunu ve 5-6 tane de kartı olduğunu, kendi üzerine
Mehmet Özbay’ın 2 kart aldırdığını, ayrıca şoför Çetin Babayiğit adına aldırmış
olduğu iki tane de telefonun olduğunu, bu telefonları da kendi üzerine
devraldığını, ancak telefonlardan birisinin devamlı Mehmet Özbay tarafından
kullanıldığını, kendisinde olan telefonun da Mehmet Özbay ile irtibat sağlamak
için bulunduğunu, Mehmet Özbayın şirketlerinden Sultan Tekstil’in durumunun iyi
olduğunu, Ticaret Odasınca verilmiş olan başarı belgesinin olduğunu, hatta bir
ara kredi almak istediklerini ancak ithalat-ihracat koşullarına uymadığı için
alamadıklarını,
Haluk Kırcı’nın Sultan Tekstilde çalıştığı zaman başka bir isim kullanmadığını
ve herkesin onu Haluk Kırcı olarak bildiğini,
Abdullah Çatlı ile Gonca Us’un birlikte yaşadıklarını,
Abdullah Çatlı ile Sami Hoştan’ı bir kez birlikte gördüğünü hatırladığını, ancak
Sami Hoştan’ın Abdullah Çatlı’yı telefonla arayıp aramadığını bilmediğini, onu
sekretere sormak gerektiğini, Abdullah Çatlı ile Ömer Lütfi Topal’ı birlikte hiç
görmediğini ve bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:212)
40- Abdullah ÇETİN 28.01.1997 tarihli ifadesinde; “1962 Tokat doğumlu
olduğunu, 1983 yılı Mart ayında Abdullah Çatlı ile Almanya’da tanıştığını,
kendisinin paralı asker (lejyoner) olduğunu, Nijerya, Fas, Etiyopya, Çat gibi
ülkelerde paralı askerlik yaptığını, Fransız ordusu emrinde de çalıştığını ve
oraya kendisini Abdullah Çatlı’nın gönderdiğini, Çatlı ile tanışmasının tesadüf
olduğunu, Çatlı’nın çevresindekilerin Çatlı’ya reis diye hitap ettiklerini,
Almanyada Düseldorf, Köln, Özerlon şehirlerinde bazı kahvehaneler olduğunu ve
buralara kurye olarak evrak götürüp-getirdiğini ve Çatlı’nın bu suretle güvenini
kazandığını, Abdullah Çatlı’yı enson 1991 yılında Ankara’da Mülkiyeliler
Birliğinin arkasında bulunan Karadeniz Kahvesinde gördüğünü, 1991 den 1993
yılına kadar Güneydoğu Anadoluda çalıştığını, Cem Ersever’in komutasındaki
birliklere destek sağlamakla görevli olduklarını ve 15’er kişilik gruplar
halinde görev yaptıklarını, dağdaki görevlerinin istihbarat çalışması yapmak
olduğunu, doğrudan JİTEM ile bağlarının olmadığını kendilerine yöredeki köy
halkından bilgi toplamak bilgi toplamak görevinin verildiğini, Ahmet Cem
Ersever’i bir kez gördüğünü, Güneydoğudaki bu göreve kendisini Çatlı’nın,
gönderdiğini, 1992 yılının Mayıs ayında Azerbaycan’a gittiğini ve Gence’deki
kampta kaldığını C-4 plastik patlayıcı konusunda eğitildiklerini ve C-4’ün
kendisinin uzmanlık alanı olduğunu, Azerbaycan’daki eğitimleri sırasında C4
plastik patlayıcıların Hors Greenmayer adlı şahıstan temin edildiğini, bu şahsın
Azerbaycan da etkisinin çok olduğunu, Uğur Mumcu suikastını
gerçekleştirenlerinde Azerbaycan’daki kampta eğitildiklerini, ancak bu şahısları
ismen tanıyamıyacağını, bunlardan birisinin Cefi Kamhi’ye suikast
düzenleyenlerden birisi olduğunu ve bu kişiyi teşhis edebildiğini, Bunun 1,78
boyunda, esmer, dalgalı saçlı, sakallı bir insan olduğunu, ancak ismini
bilemiyeceğini, Azerbaycandaki kampa eğitim amacıyla gelenlerin isim
vermediklerini,
Azerbaycan da ayrıca kenevir tarlalarının korunmasında da görev aldığını,
27 Eylül 1995 te Manukyan olayında da C4 plastik patlayıcının kullanıldığını,
bildiğini,
Abdullah Çatlı’nın kendilerini kullandığını, Çatlı ile yurtdışı operasyonlarda
bulunmadığını, Haluk Kırcı’yı tanımadığını,
Uğur Mumcu’nun evinin bulunduğu mahalle ile ilgili olarak istihbarat
çalışmasının kendisi tarafından yapıldığını ancak eylemi kendisinin yapmadığını,
ancak eylemi yapanların eğitim verdikleri şahıslardan olduğunu, araç altında
eğitim verilen 3 kişi olduğunu ve bunlardan birisinin Jefi Kamhiye suikast
düzenliyenlerden birisi olduğunu teşhis ettiğini,
Güneydoğudan geçen uyuşturucunun büyük çoğunluğunun Azerbaycan’dan geldiğini,
çünkü buralarda dönümlerce kenevir tarlalarının olduğunu,” belirtmiştir.
(Ek:213)
41- ARZU YAMAN 22.01.1997 tarihli ifadesinde özetle; 21 Ocak 1968
Kuşadası doğumlu olduğunu, Susurlukta meydana gelen kazada ölen Gonca Us’un üvey
kardeşi olduğunu, bu nedenle bilgisine başvurulduğunu,
Kazada ölen Abdullah Çatlı’yı halen resmen evlenmek üzere olduğu ve dört yıldır
birlikte yaşadığı erkek arkadaşı Ahmet Baydar vasıtasıyla 3,5 sene evvel ve
Mehmet Özbay olarak tanıdığını, bundan 1-2 ay sonra Mehmet Özbay ile kız kardeşi
Gonca Us’un tanıştıklarını, birlikte dörtlü olarak yemeğe çıktıklarını,
gezdiklerini, Abdullah Çatlı olduğunu bilmediklerini, bir süre sonra kardeşinin
Can Apa ile evlendiğini ve Mehmet Özbay’dan ayrıldığını, evliliği bozulunca
tekrar Mehmet Özbay ile birlikte olduğunu kendilerine duyurmadığını, gizli
tuttuğunu,
Arkadaşı Ahmet Baydar’ın Mehmet Özbay ile sadece arkadaş olduğunu,
ortaklıklarını kendisinin bilmediğini, kendisinin Mehmet’i medyada tanıtılandan
çok farklı bir şekilde tanıdığını iyi bir dost, arkadaş olarak tanıyıp
sevdiğini, çok para harcamadığını. Mehmet’i Sultan tekstilin sahibi olarak
tanıdığını, Meral Hanımla evli olduğunu bildiğini, kardeşini son gün evden kimin
aldığını bilmediğini, annesinin de bilmediğini çünkü annesinin iki gün için
Çeşmeye gittiğini ve kardeşinin evde yalnız olduğunu belirtmiştir.(Ek:214)
42- ABDULLAH KEDEROĞLU 23.01.1997 tarihli ifadesinde; 1951 Nevşehir
doğumlu olduğunu, jeofizik mühendisi olmasına karşın, 3 ay MTA’da stajyerlik
dışında, 1977 yılından beri İstanbulda ticaretle uğraştığını, İstanbula 1969
yılında öğrenci olarak geldiğini, öğrencilik yıllarında çeşitli derneklerde
görev aldığını, halen İstanbulda bulunan Nevşehirle ilgili derneğin 2. başkanı,
Nevşehir Spor’un yönetim kurulu üyesi, Kadıköy Diyanet Vakfının yönetim kurulu
üyesi ve Taksim Camii yaptırma Vakfının üyesi olduğunu, Siyasi parti olarak
önceleri MHP’de, 12 Eylülden sonra uzun süre ANAP’ta aktif görev aldığını, şimdi
ise DYP İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyesi olduğunu,
Son olaylarda ismi geçenlerden iki kişiyi: Abdullah Çatlı ve İbrahim Şahin’i
yakından tanıdığını Abdullah Çatlı’yı hem Nevşehirli olması, hem de 12 Eylül
Öncesinde kendisinin Nevşehir Öğrenci yurdu Müdürü olduğu sırada Çatlı’nın
Ankara Ülkü Ocakları Derneği Başkanı olarak İstanbul’a geldiğinde yurda uğraması
sebebiyle tanıdığını, İbrahim Şahin’i de memleketi olan Kozaklı ilçesinde uzun
süre görev yaptığı için tanıdığını, bir diğer ismi geçen Avşar Kederoğlu’nun ise
en küçük erkek kardeşi olduğunu, Bunlarla ilgili bildiklerini kronolojik sıraya
göre anlatacağını,
Çatlı, 12 Eylülden sonra kaçak durumunda olduğunu, 12 Eylül öncesinde Ocak
başkanlığını bırakınca İstanbula geldiğini, kaçak olduğunu gazeteler yazıncaya
kadar bir süre İstanbulda Sirkeci de ticaretle meşgul olduğunu, kaçak olduğu
duyuluncaa ortadan kaybolduğunu, yurtdışına gitti dendiğini, bir süre sonra
kendisini yurtdışından aradığını, “Türkiyede ne var, ne yok?” gibi sorular
sorduğunu. Ondan sonra da bir daha aramadığı için irtibatlarının koptuğunu,
yaklaşık 4-5 yıl önce tekrar telefonla kendisini aradığını, Türkiyeye gelip
gittiğini söylediğini, kendisinin onu arayabileceği bir numarası olup olmadığını
sorduğunda yok, ben seni ararım dediğini, ondan sonra yaklaşık (1) yıl
aramadığını, bir gün hatırlayamadığı bir tarihte yapılan Yozgatlılar veya
Kırşehirliler gecesinde otururken yanına geldiğini, o gün Çatlı’nın gözlükleri
olduğunu, kendisinin şaşırıp heyecanlandığını, sohbet ettiklerini, Türkiyeye
gelip gittiğini, bir gün temelli geleceğini kendisine söylediğini, ondan sonra
bir yada iki kere daha kendisini telefonla aradığını, son iki yıldır ise hiç
aramadığından emin olduğunu, çünkü bu iki yılda kendisinin Hacca ve Umreye
gittiğini ve gidiş ve dönüşlerinde arar diye umduğunu, aramadığını, eğer
arasaydı mutlaka hatırlayacağını, Çatlı’nın bir huyununda sevdiği insanlara yük
olmayı sevmemek olduğunu, belkide o yüzden kendisini sevdiği için çok
aramadığını, yüzyüze görüştükleri gecede kendisini biraz tedirgin gördüğünü, ne
iş yaptığını sorduğunda, sadece ticaret yaptığını söylediğini, fazla açıklama
yapmadığını, Çatlı ile İbrahim Şahin’in tanıştıklarını gazeteler yazınca
öğrendiğini, daha önce bilmediğini;
İbrahim Şahin’in Kozaklı’dan sonra tayinen İstanbul’a geldiğini ve kendisini
aradığını 2. Şubede görev yaptığını söylediğini, kendisinin Şahin’i ziyaret
ettiğini, İbrahim Şahin’in de kendisine ziyarete geldiğini, kendilerinin
İstanbulda, 3 erkek kardeş ve 2 amcaoğlu olarak Halkalı Gümrüğünün içinde bir
Tır garajlarının olduğunu, garajın içinde lokanta, kahvehane, büfe vs. tesisleri
bulunduğunu, iki tane sigorta acenteliklerinin ise Avcılardaki bürolarında
olduğunu, Kederoğlu Ticaret adında faaliyet gösteren ve Procter and Gamble’n
hammaddelerini temin eden, asit borik ve sodyum perborat satan bir firmaları
olduğunu, yine İstanbul Avcılar Ambarlıda (10) dönümlük bir çaybahçesi
işlettiklerini, kendisi Kadıköy-Suadiyede oturduğu için orada da kendisine ait
bir bürosu olduğunu, bu büroda bir arkadaşıyla beraber hurda ithalatı
yaptıklarını, İbrahim Şahin’in bir müddet sonra telefonla kendisini arayarak,
görevinin değiştiğini, Özel Harekat Daire Başkanı olduğunu o nedenle İstanbuldan
ayrılacağını söylediğini ve kendilerine polisleriyle beraber ve ziyaretine
geldiğini, kendisiyle yaklaşık 8-10 kez telefon görüşmesi ve bir kaç yüzyüze
görüşmeleri olduğunu, son olaylardan sonra kendisinin Şahin’e telefon ederek
neler oluyor diye sorduğunda, Şahin’in kendisine birileri bizimle uğraşıyor,
bizim veremiyeceğimiz hesabımız yok, bizde uğraşıyoruz dediğini, daha sonra
aradığında yerinde bulamadığını, görevinden alınmış olduğunu öğrendiğini,
Yine senesini hatırlayamadığı bir gün iş yerlerinde otururken, kendisinin bir
küçüğü amcaoğlunun kendisine “Avşar’ı polisler sık sık arıyor, bir şey var
herhalde” dediğini. Bir başka gün Halkalıdaki işyerine gittiğinde genç birisinin
amcaoğluyla yemek yediğini gördüğünü, kim olduğunu sorduğunda amcaoğlunun
kendisine “bu Avşar’ı alıp bırakmış, şimdi de her hafta geliyor ve Avşar’ı
soruyor” dediğini. Adamla tanıştığını ve sohbet ettiklerini, o kişinin
kendisinin istihbaratçı olduğunu ve Avşarı arama sebebinin: Kaybolan Tarık
Ümit’in telefonunda son numara Avşar’ın cep telefonu çıkması olduğunu, Tarık
Ümit’in son kez Avşarın cep telefonundan aranmış olduğunu, bunun üzerine
kendilerinin onları takibe aldıklarını, bir hafta on gün telefonlarını dinlenmiş
olduğunu ancak sonunda onların temiz insanlar olduğuna kanaat getirdiklerini,
Avşarı 2-3 gün götürüp tuttuklarını, Avşar’ın kendilerine yardımcı olduğunu,
telefonuyla kimlerin konuştuğunu söylediğini; bu istihbaratçı başçavuşun
giderken “benden size tavsiye: bu adamlarla fazla içli dışlı olmayın, bunlar
hakkında dedikodular var. Bende onu araştırıyorum” dediğini. Ayrıca ne yapayım
diye sorduğunda başçavuşun kendisine “kardeşin Ataköyde bekar evinde kalıyor,
hiç olmazsa bir süre yanına evine götür” dediğini, bunun üzerine kardeşini
sıkıştırdığını, kardeşinin kendisine “Ağabey polis ziya telefonu istedi, bende
verdim, sonra jandarma beni gözaltına aldı” dediğini, Halkalıdaki işyerinin
kalabalık bir yer olduğunu, oraya sık sık istihbaratçı ve narkotikçi polislerin
geldiğini, onlara telefon hususunda yardımcı olduklarını, bundan sonra kardeşini
bir ay kendi evine götürdüğünü ve ikaz ettiğini, Ayhan Akça isimli polisin kendi
kiracısı olmadığını, gazeteler yazınca araştırdığını ve Ayhan Akça’nın 2-3 ay
önce kız kardesinin kiracısı olduğunu öğrendiğini, ayrıca; işyerine gelen
başçavuş’un resmi değil sivil giyimli olduğunu yanında sivil giyimli bir asker
olduğunu hatırladığını, son olaylarda ismi geçen Haluk Kırcı’yı tanımadığını,
sadece ismini duyduğunu, Korkut Eken’i de tanımadığını, İbrahim Şahin’e
İstanbul’a geldiği zamanlarda araba verdiklerini belirtmiştir.(Ek:215)
43- CEMALETTİN ÜMİT 30.01.1997 tarihinde ifadesinde; 1929 Düzce
doğumlu olduğunu, Operatör doktor olarak İstanbul Alman hastanesinde
çalıştığını,
1995 yılında 3 Mart’ı 4 Mart’a bağlayan gece saat 1,5’ta kendisine bir telefon
geldiğini, Yeğeni Tarık Ümit’in arabasının Trakya Çerkezköy civarında bir yerde
terkedilmiş olarak bulunduğunun o telefonla kendisine bildirildiğini, bunun
üzerine olay mahalline gittiğini, arabayı hiç hasar görmemiş, terk edilmiş ve
kapısının açık olarak bulduğunu ve hemen durumu Jandarmaya haber verdiğini,
Jandarmayla birlikte olay yerine tekrar gelindiğini, zabıtların tutulduğunu,
arabayı ertesi gün gelip almasını, bu arada jandarmanın arabanın Tarık Ümit’e
ait olup olmadığını tespit etmesi, kendisinin de anahtar bulması gerektiğini,
yapılan araştırmada aracın plakasının sahte olduğunun meydana çıktığını, o
yüzden arabayı orada bırakmak zorunda kaldığını. daha sonra Kadıköy Cumhuriyet
Savcılığına müracaaat ettiklerini, o sırada Jandarmanın bir başçavuşu olayı
soruşturmakla görevlendirmiş olduğunu öğrendiğini,
Özel bir yolla ulaştığı İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Avni Bilgin vasıtasıyla
gittiği ilgili bir başsavcının “bunlardan birşey çıkmaz, boşuna uğraşma mademki
geldin, bir dilekçe yazın bakalım” dediğini,
Kendisinin konuyu özel olarak araştırdığını, bu tespitlerine göre; Tarık Ümit’in
son kez Divan pastanesinde görüldüğünü, orada yemek yerken, ertesi gün Düzce’ye
gideceği için 3 kutu çikolata aldığını, o sırada, ertesi gün bayram olduğundan
dolayı çikolata almaya gelen müşterek aile dostları, Baha Şen’in Tarık Ümit’i
orada görüp konuştuğunu, onların konuştuğu sırada Tarık Ümit’in tanıdığı iki
beyin daha geldiği ve dörtlü grup olarak sohbete devam ettiklerini, otururken
Baha Şen’le Tarık Ümit’in karşı karşıya diğer beylerinde onların yanına
oturduğu, Baha Şen’in karşısında oturan beyi teşhis edebilirim dediğini,
soruşturmayı yapan başçavuşunda Baha Şen’i dinlediğini, Baha Şen’in anlatımına
göre Tarık Ümit ile yeni gelen beylerden birinin ağızlarını kapatarak fiskos
yaptıklarını ama ne konuştuklarını anlıyamadığını, ancak Tarık Ümit’in “O niye
gelmedi” diye sorduğunu, diğerinin de “O evde bekliyor” dediğini duyduğunu,
jandarmanın tespitlerine ve bilahare bu konuda Mit’in de bir raporu olduğu
tespitlerine göre; Tarık Ümit’in ertesi gün bayram sabahı Düzceye gitmek
niyetindeyken, Divan Pastanesine geldikten sonra, cep telefonuyla arandığını ve
orada kararını değiştirip, Adapazarındaki kızına ve Düzcedeki annesine telefon
ederek bayrama gelemiyeceğini bildirdiğini, Tarık Ümit’i cep telefonundan son
arayan telefonun Avşar Kederoğluna ait olduğunu, Başçavuş Ahmet’in sorgulaması
sonucu Avşar Kederoğlunun telefonunun özel harekatta görevli polis memuru
Ziya’da olduğunu söylediğini, Başçavuş Ahmet’in o sıralar kendisine ben meseleyi
çözdüm, sonuna kadar geldim, ancak rapor hazırlamam lazım, bu da (15) gün alır
dediğini, sonra birgün Ahmet Başçavuştan soruşturmanın bittiğini öğrendiğini,
özel araştırmaları sonucunda; Ahmet Başçavuşun anılan iki polis memurunu Ataköy
tarafında bulup sorgulamasından sonra Ankaradan İbrahim Şahin kendisini arıyarak
benim memurlarımı sıkıştırma, çok fazla üzerlerine gitme, ne soracaksan sor,
sonra da bırak; aslında senin onları sorgulamaya yetkin yok dediğini, Ahmet
Başçavuşunda ona; “benim listem de senin de adın var, seni çağırıp ifadeni
alacağım” dediğini, ancak ertesi gün bir yerlerden geldiğini sandığı bir emirle
Ahmet Başçavuş’un bu işi bıraktığını,
Bu arada Tarık Ümit’in evinde Mehmet Ağar’ın imzasını taşıyan bir belge
bulduklarını, Hande Ümit’in bu belgeyi Komisyona ulaştırdığını sandığını, bu
aşamada daha önceki duyumları ile bunu birleştirdiğinde Mehmet Ağar’a
ulaştığını, son zamanlarda Tarık Ümit’in huzursuz olduğunu, bu huzursuzluğun
Özel Harekat Timiyle ilgili olduğunu, son günlerde Korkut Ekenden tehdit
telefonlarının geldiğini, Tarık Ümit’in Cihangirdeki bürosunda çalışan Ali
Vasıtasıyla Korkut Ekenin “Tarık bize bir oyunlar etti; ayağını denk alsın,
yakında onun hesabını göreceğiz.” diye haber gönderdiğini, Tarık Ümit’in Özel
Harekat Birliğine lanse ettiği, kot adı Cavit olan beyin bir gün Tarık Ümite
gelerek “beni bu insanlara sen lanse ettin, ancak; bunlar seni öldürmem için
para ve silah verdiler, hakkında böyle düşünüyorlar, ayağını denk al.” dediğini,
ancak bunları kimden duyduğunu hatırlıyamadığını, bu duyumları alınca Korkut
Eken’i araştırdığını, Mehmet Ağarın danışmanı olduğunu öğrenince Mehmet Ağardan
bazı şeyler öğrenebileceğini düşündüğünü ve Ağar’a bir mektup yazdığını,
kendisiyle görüşmek istediğini yazdığını, Ağar’ın o zaman Adalet Bakanı olduğunu
ve kendisine uygun bir zamanda görüşürüz diye cevap verdiğini. Hükümet
değişiminde Ağar’ın İçişleri Bakanı olduğunu ve kendisinin gidip onunla
görüştüğünü, yanına vardığında Ağar’ın galiba mektubunuzu kaybettim, yenisi
varmı dediğini, yanında bulunan yenisini çıkarıp verdiğini ve birlikte
okuduklarını, mektupta “yardımcınız olan K.E.’nin yönlendirmesi, İ.Ş’nin
yürütmesi, İki P.M. isimleri belli dediğini, Ayhan Akça ve Ziya
Bandırmalıoğlunun pastaneye gelerek Tarık Ümit’i alıp götürdüler, o gün bu
gündür yok. Bu konuda bana ne yardım yapabilirsiniz” diye yazdığını, Jandarma
Başçavuşundan şaşırtma olarak Tarık’ın Yalova tarafına, arabasının Trakya
tarafına götürüldüğünü duyduğunu, bunu Ağar’a söylediğinde, Ağar’ın ayağa
fırlayıp bunu nereden öğrendiğini sorduğunu, ayrıca bunları araştırarak, iki
haftaya kadar bir cevap vereceğini söylediğini, aradan geçen bir yıla yakın
sürede bir cevap vermediğini,
Tarık Ümit’in bir bankaya ortak olduğu yolunda ki haberleri okuduğunu, ancak
bankanın kendilerine verdiği cevapta “kendisi para yatırmadığından hisselerinin
iptal edildiğini” bildirdiğini,
Tarık Ümit’in niçin öldürüldüğü yolundaki duyumlarının ise; devlete zararlı bazı
insanların yok edilişinde, özel olarak Savaş Buldan’ın yok edilişinde Tarık’ın
işin içinde olduğunu sandığını, çünkü Savaş Buldan’ın cesedinin bulunduğu yeri
(yığılca civarında) Tarık’tan başka bir polisin bilebileceğini sanmadığını,
Tarık’ın son zamanlarda bazı arkadaşlarına “ben bu insanların arasındayım, ama,
daha fazla bunlarla çalışmam mümkün değil, yedikleri halt bini geçti, ciddi
olarak uyuşturucu kaçakçılığı yapıyorlar, bütün ikazlarıma, ısrarlarıma rağmen
mani olamadım, notere gidip bütün bu bildiklerimi tespit ettireceğim ve ben bu
insanları kamuoyuna deklere edeceğim” dediğini, bu sözlerden sonra demin
söylediği tehditlerin gelmeye başladığını, Tarık’ın korkunç derecede zeki ve
cesur olduğunu, kendine güveninin fazla olduğunu bu yüzden arkadaşları ikaz
ettiğinde “kimse bana bir şey yapamaz” dediğini, Tarık’ın kaçırılışından bir
hafta evvel Korkut Eken’in özel timden birkaç polis memuruna Tarık’ın kaldığı
evin tespit edilmesini söylediği Tarık’ın bu tehlikeleri sezince evine
uğramadığı, Tarık’ı evinde kıstıramayınca baştan anlattığı şekilde pastaneden
alındığınıbelirtmiştir.(Ek:216)
44- ORAL ÇELİK 29.01.1997 tarihli ifadesinde; 1959 Malatya Hekimhan
doğumlu olduğunu, Eğitim enstitüsünü bitirdiğini, 1980 öncesinde Türkiyedeki
sağ-sol olaylarına katıldığını, sağda Milliyetçi kanatta yer aldığını,
katılmadığı olaylarda kendisine isnat edilen suçlar olduğundan 12 eylül 1980’den
sonra yurtdışına çıktığını, yurtdışına çıkarken aynı görüşü paylayan insanların
yardımını gördüğünü, Harun Çelik adına düzenlenmiş bir sahte pasaportla ve
yalnız olarak Türkiyeden ayrıldığını, giderken Tren yolculuğu yaptığını,
Bulgaristan, Yugoslavya, İtalya, İsviçre yoluyla Avusturyaya direk olarak
vardığını, orada Abdullah Çatlı ile buluştuğunu, Çatlı’nın kendisinden 2-3 gün
önce uçakla İngiltereye gittiğini, İngiltereye alınmadığı için oradan
Avusturyaya geldiğini, Çatlının Hasan Kurdoğlu adına düzenlenmiş sahte
pasaportla Türkiyeden ayrıldığını, Avusturyada oturma izni alabilmek için
Üniversitenin dil kursuna kayıt olduklarını, yurtdışındaki akraba ve
tanıdıkların yardımıyla geçindiklerini, Papa olayı olduğu zaman Avusturyadan
Fransaya geçtiklerini, Papa işinde bir rolü olmadığını, ancak basında isminin
rolü varmış gibi geçtiğini, Fransaya geçtikleri tarihin 1982’nin son ayları
olduğunu, Fransada Poitiers şehrinde ki Üniversiteye Çatlı ve Eşi ile birlikte
kayıt yaptırdıklarını, Çatlı’nın eşinin uçakla Avusturya’ya oradan da İsviçreye
ve Fransaya geldiğini, oraya varınca herşeyin Türk Milleti ve Devletinin
aleyhinde olduğunu gördüklerini, kendilerinin orada Türkiye’nin turizm
büyükelçisi gibi olduklarını, o sırada kendilerine “Türk Devletinin Milletinin
aleyhinde çalışan mesela Asala gibi örgütlerle mücadele edermisiniz, nasıl ve ne
takdiklerle mücadele edersiniz?" şeklinde teklifler geldiğini, bu teklifin
devletimizin üst düzeydeki yetkililerinden geldiğini, ancak onların ismini
söyleyemeyeceğini, bu teklifi alınca kendilerinin de, oralardaki devlet
temsilcilerinin, diplomatların değil Türklükle, insanlıkla bağdaşmayacak şeyler
yaptıklarını söyleyerek değiştirilmesini istediklerini, kendilerine teklif
getiren kişilerin "biz bunları değiştiremeyiz; bunlar bizim ülkemize mal olmuş
kişiler; fakat, bizim devletimiz ve milletimiz sözkonusu, ortada olan bu"
dediklerini, o zaman da kendilerinin Milliyetçi ve Vatanseverler olarak bu
teklifi gönüllü olarak kabul ettiklerini, bu arada suçsuz olarak cezaevinde
yatan arkadaşları ve bazı tanınmış politikacıların serbest bırakılmasını
istediklerini ve olumlu cevap aldıklarını, bunun üzerine (12) kişilik bir liste
verdiklerini, bu isimlerden birisinin Mehmet IRMAK olduğunu, Ancak bu 12 kişinin
hiç birisinin bu işlerden yararlanmadığını, bu teklifin kendilerine 1981 yılında
kendilerinin Fransada oldukları zaman yapıldığını, aslında bu tekliflerin o
zaman Avrupadaki Türk federasyonundan tutun da herkese kadar yapıldığını, en
sonunda kendilerine Çatlı ile birlikte teklif geldiğini, teklifi kabul ettikten
sonra Fransada (18), Hollanda da (2), Kanadada, Amerikada, Yugoslavya da
Beyrutta, Yunanistanda, akla gelen pekçok eylem yaptıklarını, bu eylemleri Oral
çelik, Abdullah Çatlı ve diğer iki kişiden oluşan (4) kişilik grubun yaptığı ya
da yaptırdığını, bu arkadaşlarından birisinin mahkemeye geçtiğini, gizli celse
olduğunu, yaptıklarını orada anlatarak kendilerine, önceden söz verildiği gibi
ceza indirimi uygulanmasını, yada kanuni takibattan muaf tutulmalarını
istediğini, ancak taleplerinin kabul olmadığını, 10-12 sene mahkumiyet
verildiğini duyduğunu, 4 arkadaşının da Türkiye'ye döndüğünü, onun cezasının
zaman aşımına uğradığını, kendisine de yurt dışında yaptığı hizmetlerden dolayı
kolaylık gösterilmediğini, yurda döner dönmez cezaevine konduğunu ve boş yere
(4) ay hapis yattığını, yurt dışında olduğu yıllarda bir kere 1983 yılında yurda
giriş-çıkış yaptığını, onun da istihbaratın kontrolü altında gerçekleştiğini,
yurtdışında oldukları sırada istedikleri pasaportu, istedikleri yerden
alabildiklerini, Türkiye konsolosunun da kendilerine pasaport verdiğini; çünkü,
Türk Basını ve Türkiyedeki güya aydınların kendilerini ihbar etmeye
başladıklarını, İsviçrede yakalanan bir adamın kendilerinin eylemleri ile ilgili
bilgiler verdiğini, bu adamın Nevzat Bilican olduğunu, bu kişinin birgün İsviçre
Polisine giderek yalan yere ben Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Mehmet Şener ile
eroin işi yaptım dediğini, daha bir kaç isim daha söylediğini, kendilerinin
Ermenileri öldürdüğünü söylediğini, İsviçrenin durumu Türkiye'ye bildirmesi
üzerine Türkiye'den ilgili kimselerin kendilerine-ki o zaman Fransada Çatlı ile
bir evde oturduklarını bildirdiğini, kendilerinin de oradan kaçtıklarını, bunun
üzerine Türkiye-İsviçre arasında problem çıktığını, bu olayın 1984 yılında
cerayan ettiğini. Bunun üzerine Türkiyeden bir Devlet Bakanının İsviçreye
gelerek ortamı yatıştırdığını, Mesut Yılmaz'ın da o sırada bakan olduğunu, daha
sonraları da İsviçrenin kendilerine (Oral Çelik, Çatlı ve arkadaşları) ambargo
koyduğunu, Mesut Yılmaz'ın da Dışişleri Bakanı olarak kendileri için İsviçre
nezdinde teşebbüsleri olduğunu, duyumlarına göre Mesut Yılmaz'ın Çatlı ile
temasa geçerek bir kulube olan kumar borcunu sildirdiğini, Çatlı'nın 1991
yılında İsviçreden hapisten kaçınca Türkiyeye döndüğünü, Çatlının bu
mahkumiyetinin Nevzat Bilican iftirası ile olduğunu, aynı davada kendisi ve
Mehmet Şener'in de yargılandığını ve beraat ettiklerini, çünkü Nevzat Bilican'ın
daha sonra İsviçre Makamlarına giderek "ben yalan söyledim, ben PKK'yım, bunlar
Milliyetçi bana öyle ifade vermem söylendi bende öyle söylemiştim. Ben Oral
Çelik ve Çatlı'yı tanımıyorum bile" dediğini. Fransadaki mahkumiyetlerinin de
aynı şekilde Fransız İstihbaratının yaptıkları faaliyetleri anlaması üzerine
hazırladığı düzmece bir senaryo ile olduğunu, kendilerinin katiyen eroin ile
uğraşmadığını, eğer uğraşsalardı 100 gr değil 10 ton eroin yükleyip satardık.
Çatlı'nın İsviçrede ceza evinden kaçmasının da çok normal bir şey olduğunu,
çünkü orada hüküm verildikten sonra mahkumların başka bir şehir ve cezaevine
nakledildiğini ve orada Türkiyedeki yarı açık cezaevi şartlarının olduğunu, yani
kolayca kaçılabildiğini, İsviçre cezaevlerindeki yabancıların % 75'inin
kaçtığını, buna İsviçrenin belkide bilerek göz yumduğunu, böylece yabancılardan
kurtulduğunu, kendileriyle ilgilenenlerden birisinin METE kod isimli üst düzey
MİT yetkilisi olduğunu ancak ismini vermeyeceğini, M.Ali Ağca ile fazla bir
ilgisi olmadığını, Ağca'ya Türkiyede hapisten kaçınca yardım ettiğini, Avrupaya
yeni geldiği zamanda biraz yardım ettiğini, onun dışında irtibatı olmadığını,
son zamanlarda Çatlı ile ilgili basında yer alan iddiaları Çatlı ile
bağdaştıramadığını, Çatlı'nın iyi, temiz, saf, politikadan anlamayan, sözünü
söyleyen birisi olduğunu, böyle tiplerin de pek sevilmediğini, Çatlı'dan
duyduğuna göre Mesut Yılmaz'ın kumar borcunu sildirme işi için Çatlı ile Yılmaz
Belçika'da yüzyüze görüşmüşler. Aynı yıl Çatlı'nın, 85 yılına 2,5 ay kala yani
1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın 11.
ayından 93'ün 11. ayına kadar hapis yattığını ayrıca (30) ayda Fransada
görülmemiş sürgün cezası verildiğini, o sırada Çatlı'nın da İsviçre cezaevinde
olduğunu, Meral Çatlı'nın kendisini cezaevinde ziyaret ettiğini, 1986 yılında
Fransa Belçika sınırında Fransız polisinin düzmece iddiaları ile tutuklandığında
Bedri Ateş kimliğini kullandığını, çünkü; eğer kendi ismini verseydi yaptıkları
eylemlerinin ortaya çıkacağını, belkide Türkiye'ye zararı olabileceğini, o
yüzden başka bir isim kullandığını, kendisini savunan avukatlarının MHP'li
olmasının normal olduğunu, çünkü 80 öncesinden tanıdığı arkadaşları olduğunu,
Özer Çiller ve Mehmet Ağar ile hiç bir yerde ve hiçbir şekilde görüşmediğini,
yurtdışında bulundukları sırada liderin Çatlı olduğunu, şimdi Çatlı öldüğü için
kendisinin lider sayılabileceğini, çünkü yurtdışında Çatlı ile aynı evi
paylaşıp, aynı bardaktan su içtiğini, yurtdışında eylemler yaparken devletten
sadece 10 bin dolar para aldıklarını, Çatlı yurda döndükten sonraki zamanlarda
kendisinin Fransa, İtalya ve İçviçrede aynı suçtan cezaevinde olduğunu, Çatlı
ile mektuplaştıklarını, kendisi yurda dönünce Çatlı'nın kendisini ziyaret
etmediğini, haber gönderdiğini, Bedri Ateş kimliği ile yakalandığında PKK'lıyım,
PKK'ya hizmet ediyorum dediğini, çünkü kart alabilmek için ne yaparsan yap
Türkiye aleyhine bir şey yapmak gerektiğini, Çatlı'nın 1991 yılındaki ANAP
kongresinde önce Yıldırım Akbulut'u sonra Mesut Yılmaz'ı desteklediğini, Yaşar
Okuyan ve Agah Oktay'ın Çatlı'yı iyi tanıdıklarını, seçim zamanı biz kahramanız,
ASALA'yı yok ettik, yok bilmem Fransızları şöyle yaptık dediklerini, şimdi ise
Çatlı'yı kötülediklerini, kendilerinin mücadele ettikleri ASALA'nın belki 500
militanının olduğunu, fakat bütün ülkelerin istihbarat birimlerinin bunlara
yardımcı olduğunu, ASALA kendi içinde anlaşmazlığa düştüğü için dağıldı
diyenlerin yalan söylediğini, eğer böyle şeyler kendiliğinden oluyorsa bu
memlekete zararlı olan örgütlerin olduğunu ve onların niye kendi kendine
dağılmadığının sorulması gerektiğini, yurtdışında hizmet yürütürken kendilerine
MİT'in üst düzeyde yetkililerinin yardım ettiğini ve yönlendirdiğini, Çatlı'nın
Muhsin Yazıcıoğlu ile telefon görüşmeleri yaptığını, Türkeş'le Çatlı'nın
arasının hoş olmadığını, çünkü Çatlı’nın Türkeş hakkında MİT'e bir rapor
yazdığını ve Türkeş'in bundan haberi olduğunu, Çatlı'nın Türkiyedeki ticari
faaliyetlerinden haberdar olmadığını, Mehmet Özbay ismini kullandığını
bilmediğini, Hüseyin Kocadağı tanımadığını, Haluk Kırcı'yı çok önceden
tanıdığını, son yıllarda görmediğini belirtmiştir.(Ek:217)
47-MEHMET SENA SÖYLEMEZ 2 Mart 1997 tarihli ifadesinde; Aslen Muş’lu,
Kürt kökenli, 1961 doğumlu, doktor, genel cerrah oluduğunu, Eşinin Muş Eski
Milletvekili Mehmet Emin SEVER’in yeğeni ve doktor olduğu, 1995 yılına kadar
Ankara Numune hastanesinde çalıştığını, 6 kardeş olduklarını, kardeşlerinden
birinin başkomiser, birinin astsubay, birinin emekli polis, birinin de emekli
işçi olduğu,
1994 yılında bir araba parkı meselesi yüzünden Bucak ailesinden Sedat BUCAK’ın
yeğeni uyuşturucu, alkol bağımlısı Sultan Memduh BUCAK tarafından vurulduğunu,
(kardeşinin de O’nu öldürdüğünü), bu tarihe kadar Bucak ailesini hiç
tanımadığını, bundan sonra aralarında kan davası başladığını, vurulan insan
olmasına rağmen Ankara’da gözaltına alındığını ve sorgulandığını, bu sorgulamada
Ankara Asayiş Müdür Yard. Ali İhsan SARIKAVAK’ın kendisine “Biz Bucakların
dostuyuz. Seni ve ailenden herkesi öldüreceğiz” dediğini, (Bu kişinin daha sonra
abisi ve yeğenini öldürenlerle birlikte oturup kalktığını,)
Sedat BUCAK’ın Mehmet AĞAR ile ortaklığı, karanlık işlere eraber girip çıkmaları
yüzünden kendisine bağlı polisleri kendi üzerlerine saldırttığını, kendilerine
saldıranların daima polisler olduğunu,
Bir oaydan dolayı Bilkent Üniversitesinde okuyan yeğeninin tutuklandığını,
işkence gördüğünü ve o zaman Adalet Bakanı olan Mehmet AĞAR’ın emri ile
özellikle Eskişehir Hapishanesine gönderildiğini, yeğeni yem olarak kullanılarak
O’na elbise, çamaşır, para vs. götüren ağabeyi ve diğer yeğeninin orada Savcıdan
izin alma bahanesi ile bekletildiğini, bu sırada ziyaret günü olmamasına rağmen
oraya gelen Ülkücü Mafyasından bazı kimselerin güya ziyaret amacı ile oraya
gelerek ağabeyi ve yeğenini teşhis ederek dönüş yolunda pusu kurduklarını ve (13
Mart 1996 günü) ağabeyi ve yeğenini öldürdüklerini, onlara ateş edenlerin
polisler olduğunu, bu olayın maddi delillerinin araştırılmadığını, örneğin Orada
bulunan Mercedesin içinde vurulan insanların saç kılları, parmak izleri, tükürük
ve kanlarının olduğunu, yıllar geçse de DNA testi ile bunların kime ait
olduğunun tesbitinin mümkün olduğunu, ayrıca Fatih BUCAK adına kayıtlı bir cep
telefonu bulunduğunu, bu telefondan kimlerle görüşüldüğünün tesbit
edilebildiğini, Daha sonra bu öldürme olayının çiğ köfte partisi ile
kutlandığını, bu partiye; Mehmet AĞAR’ın, Yalım EREZ’in, Sedat BUCAK’ın ve
Necmeddin Dedenin katıldığını, ancak bu davanın kapatıldığını,
Sedat DEMİR ve Deniz GÖKÇETİN’in kendi taraftarları olmadığını, bu kişilerin
yine Mehmet AĞAR’ın adamları olduğunu, ağabeyini pusuya düşürtüp öldürmek için
bu insanların kullanıldığını, bu müdürlerle beraber olan Başkomiser Halim
APAYDIN’ın ağabeyine arabasının vererek Eskişehir’e gönderdiğini, ancak ne zaman
gideceğini (katillere) haber vererek karşılığında çek aldığını, eylemin
sonucunda ağabeyinin öldüğünü,
Kendisinin 11 Haziran 199’da Adana’da bulunan ağabeyini ziyaretten dönerken
Pozantı’da vurulduğunu, kendisini vuran insanların İstanbul Polisi olduğunu,
güya operasyon yaptıklarını, bundan Adana polisinin haberi olmadığını, bu
kişilerin İstanbul dışında operasyon yapmak için görev belgelerinin olmadığını,
oraya gelmek için bir gerekçelerinin de olmadığını, kendisi orada ölseydi olayın
faili mechul olacağını, trafik polislerinin, kamyoncuların, vatandaşların
gelerek kendisini kurtardığını, bunun üzerine işi resmileştirdiklerini,
kendisini vurmalarına bir bahane bulmak için kendisini ÇETE olmarak
suçladıklarını, kendi arabasında silah olduğunu iddia ettiklerini, bunun
kesinlikle yalan olduğunu, Orada ( POZANTI’da) yakalandıkları , Adana’da
hastanede yaralı iken Adana Terörle Mücadele ekipleri tarafından ifadesi
alındığı halde İstanbul’da yakalanmış gibi tutanak tutulduğunu, Pozantı’da
hiçbir işlem yapılmadığını, olayın Pozantı Savcısından gizlendiğini, daha sonra
İstanbul’a götürüldüğünü, burada hiçbir ifade vermediğini, hiçbir şeye de imza
atmadığını, ancak kendi ifadesi olarak sahte bir ifadenin düzenlendiğini,
mahkemeye aleyhine delil olarak sunulan tek şeyin bu ifade olduğunu, kendisinin
bir şey itiraf edecekse bunu Adana’da itiraf edeceğini, oysa Adana’da verdiği
ifadede “Hiç bir şey yapmadım” dediğini, o ifadenin kesinlikle kendi ifade
olmadığını,
Ayrıca kardeşlerine de çeşitli uydurma şeyler imzalatıldığını, kardeşinin
tutuklama kararı olduğu halde, kardeşinin savcının, hakimin karşısına
çıkarılmadığını, 4 yıl gezdirildiğini, işkenceden geçirildiğini, bunun arkasında
da Mehmet AĞAR’ın olduğunu,
Kendisi tutuklandığı zaman, memur olduğu için memur koğuşuna konulması
gerekirken, Adalet Bakanı Mehmet AĞAR’ın imzasıyla Kütahya Cezaevine
gönderildiğini, çünkü burada abisini öldürmekten zanlı insanların bulunduğunu,
50 kadar Urfa’lı bulunduğunu, Sedat BUCAK’la yakın ilişkisi olan Müslüm BAKAN
adında birinin kardeşinin olduğunu, bu cezaevine konulursa kendisinin muhakkak
öldürüleceğini, bunu da M.AĞAR’ın kendisini öldürsünler diye Adalet Bakanı
olarak yetkisini kullanarak bilerek yaptığını, orada vicdan sahibi bir savcının
durumu farkederek kendisini koymadığını, buradan sevkinin itirafçıların
bulunduğu Kırklareli cezaevine çıktığını,
Eminönü Belediye Başkanı Ahmet ÇETİNSAYA’nın yeğeninin öldürülmesi olayı ile hiç
bir ilgisinin olmadığını, orada beraber yargılandıkları insanların sonradan
kendilerine polis tarafından aldatıldıklarını söylediklerini
belirtmiştir.(Ek:220)
48- ABDÜLGANİ KIZILKAYA 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 1966
Urfa-Siverek doğumlu, ilkokul mezunu, Aşiret içinde resmi korucu, Sedat BUCAK’ın
da yakın akrabası ve özel koruması olduğunu, 4 yıldır beraber olduklarını,
Susurluk kazası olduğunda Sedat BUCAK’ı arkadan takip ettiklerini, kazadan 4-5
dakika sonra olay mahalline vardıklarında, arabanın kamyonun altında olduğunu,
halatla vatandaşın yardımı ile 15 dakikalık bir uğraştan sonra arabayı kamyonun
altından çıkardıklarını, Sedat Beyi ve cesetleri de ancak ondan sonra
çıkarabildiklerini, hatta Sedat Beyin öldüğünü sandığını, asfaltın üzerine
uzattığını, Sedat Beyin burada konuşmasına imkân olmadığını, “Silahımı verin,
tabancamı verin” sözünü hastanede söylediğini,
ARENA’da yayınlanan resimde ise arabanın kamyonun altında olduğunu, demekki
birilerinin kendilerinden önce olay yerine vararak resimleri çektiklerini,
silahları da arabanın arka koltuğuna onların koymuş olabileceğini, (bunlar
üzerindeki parmak izlerinin rahatlıkla kontrol edilebileceğini ve kime ait
olduğunun anlaşılabileceğini) çünkü arabayı kendisinin hazırladığını, arka
koltukta silah görmediğini, yalnız arabanın arkasından milletvekillerine verilen
Sedat BUCAK’a ait çantanın düştüğünü, bu çantayı aldığını, Balıkesire giderken
ve İstanbul’da havaalanında da bu çantanın elinde olduğunu, bunun resimlerde de
göründüğünü, bu çantada Sedat Beyin kimliği ile 230 milyon liranın bulunduğunu,
zaten bu parayı çantaya beyaz bir poşet içinde kendisinin koyduğunu, çantadan
başka bir şey almadığını,
Sedat BUCAK’ın M-16 ve MP-5 marka ve başka hertürlü silahının olduğunu, bunların
devletin verdiğini, arabada bu silahların mermilerinin de olduğunun
söylendiğini, peki mermileri varsa, susturucu varsa da silahların nerede
olduğunu, Eğer Sedat BUCAK’a ait silah olduğunu bilseydi rahatlıkla kendisine
ait olduğunu söyliyeceğini, 4 yıl yatıp çıkacağını, ancak kesinlikle böyle bir
şey olmadığını, kendisinin silah, susturucu falan görmediğini,
Mehmet ÖZBAY’ı 1,5 yıldır Sedat BUCAK’ın yanına gelip gittiği için tanıdığını,
ancak Abdullah ÇATLI olarak bilmediğini, esasen Abdullah ÇATLI’nın kim olduğunu
da bilmediğini, bu kişinin Siverek’e, Ankara’ya Sedat Beyin yanına geldiğini,
İstanbul’da da görüştüklerini, kendisinin bol içki kullandığını, ancak kokain
falan kullanmadığını, daha doğrusu bilmediğini,
Hüseyin KOCADAĞ’ın cebinden okunmuş toprak çıktığını, bunun toz esrar olarak
kamuoyuna sunulduğunu,
Sami HOŞTAN’ı tanıdığını, Kazadan önce İstanbul’da görüştüklerini ve yurt dışına
Galatasaray’ın maçına gittiğini, kendilerini takip etmesinin mümkün olmadığını,
ancak telefonla görüştüklerini ,
Kendilerini kimsenin takip ettiklerinden şüphelenmediklerini, ancak İzmirde
Otelde kendisine “Gani Dikkatli olun” dediğini, oradan Kuşadasına geçtiklerini,
genelde yolda her arabadan şüphelendiklerini,
Ali ÇÖRÜ’yü de tanıdığını, maça gelirken görüştüklerini, ancak Ankara’ya Sedat
Beyin yanına gelmediğini,
Gonca US’u Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü,
Ahmet BAYDAR’ı tanımadığını,
Sedat BUCAK’ın Susurluk Kazasında beraber olduğu kişilerle daha önce hep
birlikte beraber olduklarını görmediğini belirtmiştir.(Ek:221)
49- MUSTAFA ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde; 1960 Yozgat
doğumlu, Sorgun Lisesi mezunu, 1985’de Sorgun Lisesi mezunu, evli, 3 çocuklu
olduğunu, okuldan mezun olduktan sonra 1985 sonundan itibaren Başbakanlık’da
koruma memuru olarak göreve başladığını, 1987 yılında Gölbaşına Özel Harekat
kursuna gittiğini, kurstan sonra 1987 onuncu ayında Şanlıurfa’ya gittiğini,
1990’a kadar burada kaldığını, şark dönüşü İstanbul Terörle Mücadele
Müdürlüğünde göreve başladığını, 6 ay öncesine kadar burada görev yaptığını, 28
Ağustos 1996’Da Sedat BUCAK’ın koruma görevine atandığını,
Susurluk Kazası öncesi Ankara’dan İstanbul’a gittiklerini, kendisinin 15 gün
evinde kaldığını, buradan Yalova’ya geçtiklerini, maç seyrettiklerini, sonra
Burhaniye’ye gittiklerini, bir arsaya baktıklarını, oradan İzmir’e gittiklerini,
İzmir’de 2 gün, Kuşadasında 2 gün kaldıklarını, dönüşte malum kazanın olduğunu,
Gidiş ve dönüşte kendilerini takip eden kimseyi görmediğini, hissetmediğini,
arkadaşlarının da hissetmediklerini,
Kazadan 5 dakika sonra olay yerine geldiklerini, yaralı ve ölüleri çıkarmaya
çıkarmaya çalıştıklarını, bu sırada arabadan Sedat BUCAK’ın, Mehmet ÖZBAY’ın ve
Hüseyin KOCADAĞ’ın zati silahları dışında bir silah çıkmadığını, başka hiç bir
silah ve mermi görmediğini, arabadan hiçbir şey almadığını, para çantasını
Gani’nin almış olabileceğini, kaza yerine vardıklarında arka bagajın açık
olduğunu, ama silah falan görmediğini, yaralıları kurtardıktan sonra arabanın
yanında Enver’in kaldığını,
Abdullah ÇATLI’yı bir yıl kadar önce Ayhan ÇARKIN’ın yanında Mehmet ÖZBAY olarak
tanıdığını, kendisinden hiç şüphelenmediğini, çünkü adamın taşıma ruhsatlı
silahı olduğunu, uçaklara bindiğini, büyük adamlarla, mesela milletvekilleri ile
görüştüğünü, kendisini Emniyet Müdürlüğünde, Müdür odasında, koridorda, bahçede,
yolda gördüğünü,
Sami HOŞTAN’ı da Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü,
Ali Fevzi BİR’in ismini bu olaylardan sonra duyduğunu,
Ömer Lütfi TOPAL’ı hiç tanımadığını, TOPAL cinayetinde sanık olmadığını, o gün
nöbetçi ekiple görevde olduğunu, arkadaşlarına da çok güvendiğini, onlara kefil
olduğunu, onların böyle bir cinayeti işleyceklerine ihtimal vermediğini, buna
inanmadığını,
Mehmet ÖZBAY’ın kokain kullandığını sanmadığını, çok düzenli, kibar, efendi, iyi
bir insan olduğunu, O’nun tetik çekecek bir insan olduğuna inanmadığını, duyunca
çok şaşırdığını, iş sahibi olduğunu, iş yerine bir defa gittiğini, orada ortağı
Ahmet BAYDAR’ı da gördüğünü,
Kendilerinin çete kurmakla suçlandığını, Sedat BUCAK’ın yanına gideli 3 ay
olduğunu, 3 ayda çete kurulamıyacağını, Ayhan ÇARKIN’la beraber, ama ayrı ayrı
timlerde çalıştıklarını, bazı nokta operasyonlarda müşterek görev yaptıklarını,
bu operasyonlarda kesinlikle sivil kişilerin bulunmadığını, Güneydoğuda da
Jandarma bölgesinde görev yaptıklarını, yüzlerini de kapatmadıklarını, faili
mechul olaylarda ölenlerin bu operasyonlarda ölmediğini, bu operasyonlar
yüzünden DEV-SOL tarafından evine gelindiğini, öldürülmek istendiğini,
İbrahim ŞAHİN’in Sami ile, yahut Ömer Lütfi TOPAL’la bir ilişkisinin
olamıyacağını, İ.ŞAHİN ve Korkut EKEN’in Özel Harekat Kursunda hocaları
olduğunu, onları çok iyi ve dürüst olarak bildiğini,
1991 yılında Hasan Paşa olayından dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde
yargılandıklarını, bu olayda içeridekilere teslim olun dediklerini, ancak “Biz
faşistlere teslim olmayız” dediklerini, slogan attıklarını, silahlı çatışma
olduğunu, bir arkadaşlarının yaralandığını, içerde beraat ettiklerini, daha
sonra İnsan Hakları Mahkemesinde dava açıldığını ve devam ettiğini belirtmiştir.
(Ek:222)
49- MUSTAFA ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde; 1960 Yozgat
doğumlu, Sorgun Lisesi mezunu, 1985’de Sorgun Lisesi mezunu, evli, 3 çocuklu
olduğunu, okuldan mezun olduktan sonra 1985 sonundan itibaren Başbakanlık’da
koruma memuru olarak göreve başladığını, 1987 yılında Gölbaşına Özel Harekat
kursuna gittiğini, kurstan sonra 1987 onuncu ayında Şanlıurfa’ya gittiğini,
1990’a kadar burada kaldığını, şark dönüşü İstanbul Terörle Mücadele
Müdürlüğünde göreve başladığını, 6 ay öncesine kadar burada görev yaptığını, 28
Ağustos 1996’Da Sedat BUCAK’ın koruma görevine atandığını,
Susurluk Kazası öncesi Ankara’dan İstanbul’a gittiklerini, kendisinin 15 gün
evinde kaldığını, buradan Yalova’ya geçtiklerini, maç seyrettiklerini, sonra
Burhaniye’ye gittiklerini, bir arsaya baktıklarını, oradan İzmir’e gittiklerini,
İzmir’de 2 gün, Kuşadasında 2 gün kaldıklarını, dönüşte malum kazanın olduğunu,
Gidiş ve dönüşte kendilerini takip eden kimseyi görmediğini, hissetmediğini,
arkadaşlarının da hissetmediklerini,
Kazadan 5 dakika sonra olay yerine geldiklerini, yaralı ve ölüleri çıkarmaya
çıkarmaya çalıştıklarını, bu sırada arabadan Sedat BUCAK’ın, Mehmet ÖZBAY’ın ve
Hüseyin KOCADAĞ’ın zati silahları dışında bir silah çıkmadığını, başka hiç bir
silah ve mermi görmediğini, arabadan hiçbir şey almadığını, para çantasını
Gani’nin almış olabileceğini, kaza yerine vardıklarında arka bagajın açık
olduğunu, ama silah falan görmediğini, yaralıları kurtardıktan sonra arabanın
yanında Enver’in kaldığını,
Abdullah ÇATLI’yı bir yıl kadar önce Ayhan ÇARKIN’ın yanında Mehmet ÖZBAY olarak
tanıdığını, kendisinden hiç şüphelenmediğini, çünkü adamın taşıma ruhsatlı
silahı olduğunu, uçaklara bindiğini, büyük adamlarla, mesela milletvekilleri ile
görüştüğünü, kendisini Emniyet Müdürlüğünde, Müdür odasında, koridorda, bahçede,
yolda gördüğünü,
Sami HOŞTAN’ı da Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü,
Ali Fevzi BİR’in ismini bu olaylardan sonra duyduğunu,
Ömer Lütfi TOPAL’ı hiç tanımadığını, TOPAL cinayetinde sanık olmadığını, o gün
nöbetçi ekiple görevde olduğunu, arkadaşlarına da çok güvendiğini, onlara kefil
olduğunu, onların böyle bir cinayeti işleyceklerine ihtimal vermediğini, buna
inanmadığını,
Mehmet ÖZBAY’ın kokain kullandığını sanmadığını, çok düzenli, kibar, efendi, iyi
bir insan olduğunu, O’nun tetik çekecek bir insan olduğuna inanmadığını, duyunca
çok şaşırdığını, iş sahibi olduğunu, iş yerine bir defa gittiğini, orada ortağı
Ahmet BAYDAR’ı da gördüğünü,
Kendilerinin çete kurmakla suçlandığını, Sedat BUCAK’ın yanına gideli 3 ay
olduğunu, 3 ayda çete kurulamıyacağını, Ayhan ÇARKIN’la beraber, ama ayrı ayrı
timlerde çalıştıklarını, bazı nokta operasyonlarda müşterek görev yaptıklarını,
bu operasyonlarda kesinlikle sivil kişilerin bulunmadığını, Güneydoğuda da
Jandarma bölgesinde görev yaptıklarını, yüzlerini de kapatmadıklarını, faili
mechul olaylarda ölenlerin bu operasyonlarda ölmediğini, bu operasyonlar
yüzünden DEV-SOL tarafından evine gelindiğini, öldürülmek istendiğini,
İbrahim ŞAHİN’in Sami ile, yahut Ömer Lütfi TOPAL’la bir ilişkisinin
olamıyacağını, İ.ŞAHİN ve Korkut EKEN’in Özel Harekat Kursunda hocaları
olduğunu, onları çok iyi ve dürüst olarak bildiğini,
1991 yılında Hasan Paşa olayından dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde
yargılandıklarını, bu olayda içeridekilere teslim olun dediklerini, ancak “Biz
faşistlere teslim olmayız” dediklerini, slogan attıklarını, silahlı çatışma
olduğunu, bir arkadaşlarının yaralandığını, içerde beraat ettiklerini, daha
sonra İnsan Hakları Mahkemesinde dava açıldığını ve devam ettiğini belirtmiştir.
(Ek:222)
51- BURHANETTİN BİGALI 02.03. 1997 tarihli ifadesinde; 1927
Bergama’nın Göçbeyli nahiyesinde doğduğunu, 13 yaşında Konya askeri Ortaokulu’na
gittiğini, 1947’de Harbiye’yi, 1959’da Harp Akademisini bitirdiğini, 1972
yılında General olduğunu, İstanbul Garnizon Kurmay Başkanlığı, Harp Akademileri
Kurmay Başkanlığı, Erzurum’da Tümen Komutanlığı, Kara Kuvvetleri İstihbarat
Başkanlığı, Genelkurmay Sıkıyönetim ve Koordinasyon Başkanlığı ve 6. Kolordu
Komutanlığı görevlerinden sonra
1981 yılında MİT müsteşarı olduğunu 1986 yılı Ağustos ayına kadar 5 yıl bu
görevde kaldığını,Orgenaral olarak 2. Ordu Komutanlığı ve arkasından da Jandarma
Genel Komutanlığı görevlerinde bulunduktan sonra 1990 yılında emekli olduğunu,
MİT Kanununa göre; “MİT’in görevinin, T.C.’nin ülkesiyle, milletiyle
bütünlüğüne, varlığına, bağımsızlığına, güvenliğine, anayasal düzenine ve millî
gücünü meydana getiren bütün unsurlara karşı, içten ve dıştan yöneltilen mevcut
ve muhtemel faaliyetler hakkında millî güvenlik istihbaratınıdevlet çapında
oluşturmak, bunları Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Milli
Güvenlik Kurulu ile gerekli kuruluşlara bildirmek” olduğunu,
Çeşitli Kamu kurum ve kuruluşlarının yukarıdaki bağlamda elde ettikleri
bilgileri MİT’e bildirmelerinin gerekli olduğunu, bu bilgilerin bir havuzda
toplanmasının gerektiğini,
MİT Kanununa göre; “ MİT müşteşarının başkanlığında Bakanlıklar ve diğer kurum
ve kuruluşlar arasında yukarıda belirtilen görev ve yükümlülüklerin yerine
getirilmesiyle ilgili koordinasyon sağlanması ve istihbarat çalışmalarının
yönetilmesinde temel görüşler oluşturmak üzere Milli İstihbarat Koordinasyon
Kurulu’nun oluşturulduğunu, bu kurulun her üç ayda bir toplanması gerektiğini”,
Kendi döneminde Koordinasyon Kurulunu hep topladığını, Oysa bugün bunun sağlıklı
şekilde yapılamadığını, kurumlar arasında, özellikle Emniyet, Jandarma ve MİT
arasında kopukluk olduğunu, MİT’in gelen bilgileri değerlendirerek icra etmek
üzere yine emniyete verdiğini,
MİT’in öcü olmadığını, millî bir kuruluşumuz olduğunu, Başbakanın, bakanların bu
kuruluştan brifing alması gerektiğini, bu kurumu tanımaları ve yardımcı olmaları
gerektiğini, MİT’in dışarıya gidecek büyükelçilere brifing verdiğini, onların
teröre karşı, mesela Asala eylemlerine karşı nasıl hareket edeceklerini
anlattığını, dış temsilciliklerimizin korunması için gerekli tedbirleri
aldığını, ayrıca dış temsilciliklerimizin sık sık kontrol edildiğini, bir sürü
dinleme cihazı vs. bulunduğunu, MİT’in ihtiyaç duyduğu elekronik, teknik
cihazlarla donatılması gerektiğini, Avrupa’daki Türk varlığını, dış
temsilciliklerimizi korumak için çevre kuşak ülkelere dikkat etmek, istihbaratı
daima güncel tutmak gerektiğini,
30 Kasım 1983 tarihi itibariyle 195 Asala eylemi olduğunu, 56 kişinin hayatını
kaybettiğini, bunlardan 39’unun Türk olduğunu,
Bu Asala eylemlerine karşı siyaseten dost ülkelerin istihbarat teşkilatları ile
işbirliği yaptıklarını, ayrıca bu devletlere bir gün bu eylemlerin kendilerine
zarar vereceğini anlattıklarını, nitekim ölen insanların 17’sinin çeşitli
yabancı ülke vatandaşları olduğunu, bu ülkelerin zarar gördüğünü, ayrıca Türkiye
ile ticari münasebeti olan ülkelerin bunları desteklememeleri için
uyardıklarını, ayrıca Ermeniler içinde de bu eylemlerden rahatsız olan insanlar
olduğunu, siyasî platformda da bunların haklılıklarını isbat edemediklerini, ve
sonuçta Ermeni terörünün sona erdiğini, kısmen de bu işi PKK’nın sürdürdüğünü,
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin teröre terörle mukabele etmediğini, Abdullah
ÇATLI ismini MİT müsteşarı olduğu dönemde hiç duymadığını, böyle bir kişinin MİT
tarafından Asala’ya karşı kullanılmasının asla sözkonusu olmadığını, Müsteşarın
bilgisi olmadan alt düzeyde birilerinin de böyle bir şey yapmalarının mümkün
olmadığını, MİT’in kişilere pasaport verme görevi olmadığını, dolayısiyle bu
kişilere pasaport falan vermediğini, kendilerinin Asala terörüne karşı dış
temsilciliklerde sadece pasif koruma tedbirleri aldıklarını,
Kendi döneminde ne dışarıda, ne de içeride bir takım sağ ve sol militanların,
Abdullah ÇATLI gibi, Oral ÇELİK gibi kimselerin tetikçi olarak kullanılmadığını,
istihbarat haricinde herhangi bir operasyonda sivil kişilerin kullanılmadığını,
bunun mümkün olmadığını, bu kişilerin kendileri tarafından korunmadığını,
MİT Müsteşarı iken MİT bünyesinde silah kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığı gibi
teröre destek veren işlerle ilgilenmek üzere Kaçakçılık Dairesinin kurulduğunu,
bunun sebebinin 12 Eylül’de çok sayıda silah yakalandığını, yani terörü silah
kaçakçılığının desteklediğini, O’nu da uyuşturucu kaçakçılığının desteklediğini
belirlediklerini, bunun sonucunda 1984 yılında uyuşturucu kaçakçılığına bulaşan
Mafya Babaları operasyonu yaptıklarını, Dündar KILIÇ, Behçet CANTÜRK gibi
insanların sorgulandıklarını, haklarında fezleke düzenlendiğini ve adli
makamlara sevkedildiğini, sonucunun ne olduğunu bilmediğini, Mehmet EYMÜR’ün bu
Kaçakçılık Dairesinin başına getirildiğini, bu kişinin çok çalışkan birisi
olduğunu, konusu ile ilgili sorgulamalara katıldığını,
Dündar KILIÇ ve benzeri babaların MİT içindeki, kamudaki insanlarla, (Örneğin
iddia edildiği gibi, MİT İstanbul Bölge Eski Müdürü Nuri GÜNDEŞ ile yahut
İstanbul Emniyet Eski Müdürü Şükrü BALCI ile ) ilişki içinde olduklarına dair
bir bilgisi olmadığını, buna inanmanın da mümkün olmadığını,
Mehmet EYMÜR’ün 1987 yılında yayınladığı çeşitli devlet görevlileri hakkındaki
Raporun kendisinden sonra olduğunu, sonucunda da MİT’ten ihraç edildiğini,
sonradan nedenini bilmediği bir şekilde geri alındığını,
Korkut EKEN’in kendi zamanında MİT’te olmadığını, sonra yarbay olarak bir dönem
Mehmet EYMÜR’le birlikte MİT’te çalıştığını, bu rapor dolayı sonra ikisinin
birlikte uzaklaştırıldığını, halen Emniyet Genel Müdürlüğü danışmanı olarak
çalıştığını duyduğunu,
Kendi MİT Müsteşarlığı döneminde Nuri GÜNDEŞ hakkında Dündar KILIÇ’la ilişkisi
olduğuna dair bazı iddialar olduğunu, daha üst görevli kimselerden oluşan bir
komisyonla hakkında tahkikat yaptırdığını, katiyen böyle bir şey olmadığına dair
rapor verdiklerini, iddiaların tamamen yanlış olduğunu, Mehmet EYMÜR’ün Nuri
GÜNDEŞ hakkındaki iddialarının birtakım şahsi husumetlerden kaynaklandığını,
Nuri GÜNDEŞ’le ilgili olarak Dündar KILIÇ’ın verdiği bilgilerin ortadan
kaldırıldığı iddialarının doğru olmadığını,
JİTEM diye bir kuruluşun kendi Jandarma Komutanlığı döneminde kurulmadığını,
kendisinin 1990 yılında emekli olduğunu, bunun 1993 yılından sonra ortaya
çıktığını, arkadaşlarına sorduğu zaman da böyle bir şeyin olmadığını ifade
ettiklerini,
Mehmet Ali AĞCA’nın 1982 yılında askeri cezaevinden kaçırılması sırasında MİT’te
görevli olduklarını, ancak o günlerde işlerinin çok yoğun olduğunu, bu nedenle
Başbakanlıktan özel bir emir de verilmediği için bu konu ile ilgilenmediklerini,
bu tip cezaevi firarlarının herzaman olduğunu, hapishanelerin iç ve dış
güvenliklerinin ayrı ayrı Bakanlıklarda olmasının bunda rolü olduğunu,
PKK’nın Ankara’daki İstanbul’daki örgütlenmesine karşı istihbari çalışmaların ve
diğer tedbirlerin iyi olduğu kanaatında olduğunu,
İstihbarat Teşkilatının kanuni prosedür içinde alelusul şunu bunu dinleme
yetkisinin olmadığını, önemli bir hedefi,bir örgüt mensubunun ancak savcılığın
müsaadesi alınarak dinlenebileceğini, ancak şimdi birçok kişinin elinde dinleme
cihazının olabileceğini, buna karşı tedbir alınması gerektiğini, örneğin bu
komisyonun dinlenmemesi için MİT’ten uzman çağrılarak kontrol
yaptırılabileceğini, bir parti lideri dinlendiğini iddia ediyorsa, O’nun da
çağırıp uzmanlara kontrol ettirebileceğini,
MİT’te görev yapan kişilerin siyasî görüşlerinin, ideolojilerinin görevlerini
etkilememesi gerektiğini, bazı siyasî kişilerin MİT elemanlarını MİT
Müsteşarının bilgisi dışında ayrı bir yapılanma içinde, mesela Asala’ya karşı
kullanmalarının kendi döneminde olmadığını, siyasîlerden böyle bir direktif
almadığını, şimdi de olmaması gerektiğini, varsa bilemiyeceğini,
MİT’in Tarık ÜMİT gibi yasadışı işlere bulaşmış, uyuşturucu kaçakçılarını
istihbari amaçla kullanmasının, istihbarat alınması karşılığında onların
yasadışı eylemlerine göz yumulmasının, hatta yardımcı olunmasının asla doğru
olmadığını, bunun mümkün de olmadığını, kendi zamanında da sureti katiyede böyle
bir şeyin olmadığını,
MİT’in sivilleşmesini, yani başına sivil bir insanın gelmsini doğru bulmadığını,
çünkü yabancı birisinin teşkilatı tanıyıncaya kadar uzun zaman geçeceğini, oysa
askeri birimlerde benzeri istihbari birimler olduğundan asker kişilerin konuya
yabancı olmadığını, örneğin kendisinin Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı
yaptığını,
MİT’in bazı bilgileri bağlı olduğu siyasî kişilere vermediği iddiasına
katılmadığını, Başbakanlar ne zaman isterlerse MİT’ten bilgi alabileceklerini,
Milletvekillerinin de Başbakan’ın izniyle brifing alabileceğini, ABD’de CİA
Başkanının hergün konutundan çıkarken Dışişleri Bakanının arabasına binerek
işyerine varıncaya kadar son 24 saat içinde dünyada olan gelişmeleri
bildirdiğini, bunun bizde de olabileceğini,
Çeşitli basın organlarında zaman zaman MİT kaynaklı olduğu iddia edilen rapor,
etüd veya bilgi notlarının çoğu zaman gerçeği yansıtmadığını, ancak MİT’in
kendini tanıtmak amacıyla kamuoyunu aydınlatmasını doğru bulduğunu, herkesin bu
millî kuruluşumuzu tanıması gerektiğini,
PKK terörüne karşı askerin yetersiz olduğu iddiasıyla Özel Harekat Polisinin
aşırı derecede güçlendirilmesine karşı olduğunu, bunun zaman içinde kontrolden
çıkabileceğini, askerdeki disiplini bunlarda sağlamanın çok zor olduğunu,
yalnızca askerin yaptığı çevirme harekatından sonra yakın operasyon için özel
komando eğitimi almış sınırlı sayıda Özel Harekat Timinin bulundurulmasının
yeterli olacağını belirtmiştir.(Ek:224)
52- HÜSEYİN OĞUZ 18.02.1997 tarihli ifadesinde;
1959 Edirne İpsala doğumlu olduğunu, daha sonra nüfusunu İzmir Karaburun Merkez
Mahallesine aldırdığını, Baba adı Mehmet, ana adı Havva olduğunu, halen Elazığ
İl Jandarma Komutanlığı Merkez Bölüğü personel İşlem Astsubayı olarak
çalıştığını,
1977 yılında Astsubay Okulunu bitirdiğini, 1977-1981 arasında Diyarbakırda görev
yaptığını, önce 1977-1979 arasında Kulp’ta, 1979-1981 arasında Ergani’de
çalıştığını,
1981 yılında Ergani Kesantaş Köyü matematik öğretmeni, Afyon Kırali
Kasabası’ndan
babası Adalet Partisi İlçe Başkanı olan ve okulda kürtçe konuşulmasına, şarkı
söylenmesine karşı olan Kadir ismindeki öğretmenin Ergani-Afyon yolunda otobüs
içinde bıçaklanarak öldürüldüğünü, bunun Kesantaş Köyünden Şaban ismindeki
failini kendisinin bulduğunu,
1981-1983 arasında Bursa’da 6 ay komando’da çalıştığını, 1982’de Sorgu’ya
geçtiğini,
1983-1986 yıllarında Kars’ta çalıştığını, bu sırada 1984 yılında 3 ay 10 gün
faili mechullerle ilgili sorgu kursuna katıldığını (Babası Faili Mechul gittiği
için bu konuda hobisi olduğunu), burada herhangi bir terör ya da faili mechul
olayı hatırlamadığını,
1986-1993 yıllarında Uşak İl Jandarma’da sorgu kısım amiri olarak çalıştığını,
narkotik sorumluluğuna baktığını, burada Dev-Sol içindeki bir hesaplaşma
dolayısıyla Ulubey İlçesinin Büyükkayalı köyüne atılan 1 ceset dışında önemli
bir olay olmadığını,
1993-1996 yıllarında (1 Temmuz 1996 tarihine kadar) Malatya İl Jandarma’da sorgu
görevinde çalıştığını,
Malatya’da görev yaparken 1996 yılında Elazığ-Malatya arasındaki Kömürhan
Köprüsünün yakınında 20-25 yaşlarında genç bir erkekle genç bir bayan cesedinin
bulunduğunu, her ikisinin de ellerinin arkadan bağlı olduğunu ve enselerinden
vurulduğunu, olay yerinde 9 mm. Makina Kimya Mermileri olduğunu, erkeğin
ayaklarının çıplak olduğunu, ayakkabılarının kendine ait olmadığını tesbit
ettiklerini, her ikisinin de temiz giyimli, erkeğin ttraşlı olduğunu, bayanın da
bakire kız olduğunu ve iç çamaşırlarının dahi çok temiz olduğunu, bunlardan
hareketle bu olayın başkası tarafından değil, kesinlikle güvenlik güçleri
tarafından gerçekleştirilmiş bir İNFAZ olduğu kanaatine vardıklarını, örgüt işi
olsaydı, örgütün maktülün ayağına “Ajan veya provakatörün sonu budur” gibi bir
bildiri bırakacağını,
Maktullerin kimliklerini tesbit etmek için olay yerinde çektiği resimleri basına
verdiğini, kızın babasının resmi gazetede görerek kendilerini aradığını ve
Malatya’ya geldiğini, cesedi morgta teşhis ettiğini, adamın Mersin Gülnar
ilçesinde ayakkabı tamircisi ve fakir bir aile oluduğunu, kızın Dicle
Üniversitesi Yabancı Diller bölümünde öğrenci olduğunu, herhangi bir olayla
ilgisinin olmadığını,
Erkeğin ise; Diyarbakır Silvan nüfusuna kayıtlı olup Sivas’ta 2 yıllık yüksek
okulu bitirdiğini, Diyarbakır’da iş ararken kızla tanıştıklarını, güvenlik
güçlerince gözaltına alındığına dair bir kaydının olmadığını,
Diyarbakır’daki sistemi bildiğini, buna göre bir kişinin bu şekilde öldürülmesi
için kürt kökenli olması ve PKK’ya MÜZAHİR olmasının (yani PKK’ya hafif bir
sempatisinin olmasının) yeterli olduğunu, kendini devlet yanlısı tanıtan birinin
“Falan PKK yanlısıdır” gibi bir ihbarı üzerine adamın özel harekatçı kıyafetiyle
evinden alındığını ve 2-3 kişilik infaz ekibi (Tetik Timi) tarafından infaz
yapıldığını, buna İstihbarat biriminin karar verdiğini, ancak son zamanlarda
infazların durduğunu,
Bu kişinin de bu sisteme göre tahminen müzahir olması nedeniyle yanındaki kızla
beraber Diyarbakır ekiplerince gözaltına alındığını, onlar gözaltındayken başka
bir infaz olayına tanık olduklarından bu tanıkları yok etmek için infaz edilmiş
olabilirler diye değerlendirdiğini, çünkü o sırada 5 kişinin daha Diyarbakır’da
atıldığını bildiğini, ayrıca bu kişileri polisin gözaltına aldığının da kesin
olduğunu, kızın bir arkadaşının ailesine telefon ederek yurda gelmediğini
bildirdiğini,
AyrıcaDiyarbakır’la cesetlerin bulunduğu yer arasında 11-12 tane kontrol
noktasının bulunduğunu, güvenlik güçlerinden başka kimsenin bu noktaları
yanındaki bu kişilerle veya cesetlerle geçmesinin mümkün olmadığını, ceset
bırakılan yerin güvenlik amirinin de normalden bu işten haberdar olmasının
gerektiğini, ancak Malatya’da fazla güvenlik görevlisi olmadığını da düşünerek
cesetleri Malatya’ya, Jandarma bölgesine bıraktıklarını,
Olayı araştırmak üzere İl Merkez Bölük Komutanı Üsteğmen Abdullah KAYA ile
Kriminalci Uzman Çavuş Ergun KAYAKAYA ve Ali Başçavuşun Diyarbakır’a
gittiklerini, kendisinin gitmek istemediğini ve gitmediğini, bu ekibin polis ve
jandarmaya uğradıklarını, adı geçen kişilerin (maktüllerin) poliste gözaltına
alındıklarını öğrendiklerini, ancak burada kendilerine; “Sizin ne işinize
geliyor, bunun sizinle alakası yok, çekin gidin görevinize” dendiğini, böylece
hiç bir evrak almadan ,hiç bir işlem yapmadan geri geldiklerini, onlara “İyi ki
sizi de infaz etmemişler” dediğini, olayın böylece kaldığını,
Yeşil ve Veli KÜÇÜK :
YEŞİL’in aslen Bingöl Solhan Asmakaya Köyü nüfusuna kayıtlı, 1953 doğumlu Salih
oğlu Mahmut YILDIRIM olduğunu, Sakallı diye anılan işinin de aynı şahıs
olduğunu, çocukluğunun Elazığ’da geçtiğini, 1982 yılında Ülkü Ocakları
davasından Elazığ Polisince gözaltına alındığını, “Devletin manevi şahsiyetine
hakaret ve Polis Memuruna hakaret”ten 2 fişi bulunduğunu, kendisini gördüğünü,
uzun boylu, 1,85 boyunda, esmer bir şahıs olduğunu, çok zengin olduğunu,
Yeşil’in önce polisle birlikte çalıştığını, daha sonra Cem ERSEVER’le tanışarak
JİTEM’de çalışmaya başladığını, O’nunla birlikte Suriye’ye gidip geldiğini,
Jandarma istihbarat birimlerinden herkesin yeşili tanıdığını, Yeşil’in Emniyet
ve Jandarma teşkilatlarına rahat girip çıktığını, hatta bazan kapıda
karşılandığını, Kürtçe bildiği için herkesle rahat dialog kurduğunu, Çatlı’dan
da önemli ve üstte bir adam olduğunu, bilhassa Jandarma’da çok önemli olduğunu,
Çatlı ile de ülkücülükten dolayı birbirlerini tanıdığını, ayrıca Jandarma’da da
ülkücü olanların olduğunu, bunlar arasında da ilişki olduğunu, Yeşil’in Korkuut
EKEN’i de Sedat BUCAK’ı da, hatta Mehmet AĞAR’ı da tanıdığını, hatta Mehmet
AĞAR’ın “Bu adamı öldürün” diye emir de verdiğini,
Yeşil’le irtibatı olanların Ankara’da Cinnah Caddesinde Kumarhane veya Birahane
gibi herkesin girip çıkmadığı bir yerde buluştuklarını,
Tuğgeneral Veli KÜÇÜK’ün de Yeşil’i çok iyi tanıdığını, beraber çalıştıklarını,
Yeşil’in Veli KÜÇÜK’ün sözünden çıkmadığını, Veli KÜÇÜK bir zamanlar JİTEM’in en
kıdemli, en sözü geçen kişisi olduğunu, bu kişiyi tutan kötü insanlar çoğunlukta
oldukları için general olduğunu, Kocaeli Jandarma Komutanıyken birkaç soruşturma
geçirdiğini, ancak bunların kapatıldığını, Veli KÜÇÜK’ün doğudan ayrıldıktan
sonra da telefonla doğudaki bazı şeyleri yaptığını, Kocaeli Jandarma Komutanı
olduktan sonra Yeşil’in de İstanbul tarafına kaydığını, bu tarafta da infazların
başladığını, faili mechullerin arttığını,
1993 yılında Diyarbakır’da birtakım infazlar yapıldığı zaman Yeşil’in de orada
olduğunu, tetikçi olarak görev yaptığını, Diyarbakırda Vedat AYDIN’ı Yeşil’in
iki kişiyle Özel Harekatçı elbisesi giyerek evine gidip, “Polis” diyerek
kaçırdığını, sonra da infaz ettiğini, yanındakilerden birinin Alaattin KANAT
olabileceğini, bu kişinin de PKK itirafçısı ve tetikçi olduğunu, Ankara açık
cezaevinden konuşmasın diye kaçırıldığını, belki de infaz edileceğini, Yeşil’in
Malatya’ya da girmek istediğini, ancak o zamanki Jandarma Alay Komutanı Yaşar
ERCAN’ın buna izin vermediğini, bir defa Malatya Alay Komutanlığına geldiğini,
Alay Komutanını sorduğunu, ancak Yaşar Albay’ın kendisini kabul etmediğini,
kendisinin de orada gördüğünü,
Yeşil’in Alaattin ÇAKICI’yı çok iyi tanıdığını, bir zamanlar İstanbul’da çıkan
çek-senet mafyasında da olduğunu, çünkü Yeşil’in parasız iş yapmadığını, çok
parası olduğunu, çok para harcadığını, bekar olduğunu, kadına düşkünlüğü
bulunduğunu,
Yeşil’in uyuşturucu olayını en iyi yönlendiren kişi olduğunu, TORBACI tabir
edilen taşıyıcı olduğunu, arabasıyla getirip götürdüğünü, Uyuşturucu’nun
Yüksekova’da imal edildiğini, sevk yolunun VAN olduğunu ve oradan ayarlandığını,
İstanbul’da da pazarlanıp satıldığını, Güvenlik güçlerinden zaafı olanların,
menfaati olanların bu olaya yardımcı olduğunu, bütün bu irtibatları Yeşil’in
sağladığını, nerede ne kadar güvenlik gücü olduğuna dair istihbaratı da Yeşil’in
sağladığını, Yeşil’in bankaya yatırdığı 300 bin mark, 50 bin doları Urfa Suruç
(veya Siverek) nüfusuna kayıtlı Ahmet DEMİR’in çektiğini,
Yeşil’in halen MİT’te çalıştığını sandığını, üç gün önce İstanbul’da MİT
tarafından sorgulandığını, Sabancı Suikastının tetikçisi DHKP’li İsmail AKKOL’u
Suriye’den Yeşil’in getirip MİT’e teslim ettiğini, Çünkü Yeşil’in Cem ERSEVER’le
birlikte Suriye’ye gidip geldiğini, Suriye istihbaratı ile irtibatı olduğunu,
Bütün bu bilgileri Jandarma Genel Komutanlığında istihbaratçı olarak çalışan
samimi arkadaşlarından şifahi olarak aldığını,
Doğan ERŞAHİN :
Malatya Pötürge Tosunlu Köyü’nden Doğan ERŞAHİN adında Mafyanın çok önemli bir
adamı olduğunu, bu kişinin halen cezaevinde bulunan İsrailli MOSSAD ajanı
Gülbahar ATEŞ’in kocası (ve Pötürgeli) olan Celal ATEŞ’in ve İzzet Avni
ÖZTÜRK’ün de arkadaşı olduğunu, (Celal ATEŞ’in de Hollanda’da öldürüldüğünü)
Doğan ERŞAHİN’in Veli KÜÇÜK Kocaeli Jandarma Komutanı olduğu sırada Kocaeli
Jandarmasının elinden firar ettiğini, Malatya nüfusuna kayıtlı olduğu için
olayla ilgilendiğini, Kocaeli Jandarmasını telefonla arayarak Erdoğan EMELCE
adında bir astsubayla görüştüğünü, O’na “Sizin pisliğinizi biz mi
temizleyeceğiz, 800 milyon para almışsınız” dediğini, Doğan ERŞAHİN’in adamı
Mehmet ATEŞ’in annesinden para alınıp sevk sırasında yemekte kaçtığının açık
olduğunu, Veli KÜÇÜK’ün bu yüzden soruşturma geçirmiş olabileceğini,
Kocaeli Jandarma Komutanı Veli KÜÇÜK’ün kendilerine Doğan ERŞAHİN’in Malatya’ya
geldiğini, Gülbahar ATEŞ’le konuştuğunu söylediğini ve bu kadının telefonunu
verdiğini, kendisinin de Gülbahar ATEŞ’le konuştuğunu, kadının kendisine
“Evladım Doğan ERŞAHİN’i Veli KÜÇÜK koruyor, nerede olduğunu onlar çok iyi
biliyor, O Malatya’da değil, bana sorma” dediğini,
Doğan ERŞAHİN’in bir tetikçi olduğunu, ilk icraatının bir vatandaşın kafasını
kesip kahvede masanın üzerine koymak olduğunu, Kocaelinden firar ettikten sonra
da Yüzbaşı elbisesi ile Malatya’ya gelerek Battalgazi’de evi olan Tekin COŞKUN
ile görüştüğünü, (Tekin’i polisin çok iyi tanıdığını, çek senet mafyası ile
uğraştığını, Alaattin ÇAKICI’nın da arkadaşı olduğunu, kendisinin bu adamla
tanıştığını, evine gittiğini) Battalgazi’de bir vatandaşı evinden çıkardığını ve
bahçede öldürdüğünü, olayın polis bölgesinde olduğunu, (öldürülen adamın
akrabası olan Aydın ÖZTÜRK adındaki vatandaşla kendisinin görüştüğünü, hala da
görüştüğünü), daha sonra Doğan ERŞAHİN’in muhtar olan kardeşinin misilleme
olarak öldürüldüğünü, bu dosyanın da adliyede faili mechul olarak kaldığını,
kendilerinin failini bildiğini, polisten bazılarının da bildiğini, ancak
kanıtlamak istemiyeceklerini, çünkü onların da zarar göreceğini, bu cinayetin
bir uyuşturucu hesaplaşması nedeniyle işlendiğini, Doğan ERŞAHİN olayıyla 6 ay
uğraştığını, daha sonra yakalandığını, ancak yine firar ettiğini, bu kişinin
toplam üç defa firar ettiğini, bir sefer de İstanbul’dan firar ettiğini, bu
Doğan ERŞAHİN’in zabıta ile genel birlikteliğinden ziyade ferdi bir menfaat
paylaşımının sözkonusu olduğunu,
Doğan ERŞAHİN’in Yeşille birbirlerini tanımadıklarını,
Genellikle pişmanlık yasasından faydalananların tetikçi olarak kullanıldığını,
neticede tetiği çekenlerin de infaz edildiğini, bu nedenle faili mechullerin
yakalanamıyacağını,
HAKKÂRİ :
1 Temmuz 1996’da Hakkâri İl Jandarma Alay Komutanlığı İstihbarat Şube Subay
Vekill1iğine atandığını, burada kendinden önce Binbaşı İbrahim İÇGÜDER’in görev
yaptığını, çalışacağı odayı temizlerken çekmecede 2 adet tabanca bulduğunu,
birinin 14’lü Saddam, diğeri daha önce hiç görmediği bir silah olduğunu, önce
bir astsubayla kendisi bir tutanak tuttuğunu, sonra tabancaları Komutan
Yardımcısı Mesut KURU’ya, sonra da Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA Albay’a
götürdüğünü, ancak alay komutanın beklediği tepkiyi göstermeden Arif ÖZKAN
Başçavuşa gödererek “Buluntu Silah” tutanağı tutturduğunu, kendi tutanağını
saklıyarak daha sonra Diyarbakır DGM’ne verdiğini,
Alay Komutanından kendi kurs gördüğü alan olan SORGU’da çalışmak istediğini
söylediğini ve bu konuda ısrar ettiğini, ancak Alay komutanının bunu kabul
etmiyerek kendini Şemdinli’nin ORTAKLAR KARAKOLU’na sürdüğünü, bu karakolda
19Temmuz-16 Ağustos tarihleri arasında görev yaptığını,
Bu karakolun 1995 yılında baskına uğradığını ve 17 erin şehit olduğunu, bu
konuda bir soruşturma yapılmadığını, ancak Bölük Komutanının bu olaydan kendini
kurtarmak için (Arkadaşı Astsubay Ali ŞEN’in kardeşi olan) Urfa-Viranşehir’li
Uzman Çavuş Haşim ŞEN’i sorguya çektiğini, O’na işkence yaptığını, hatta cop
soktuğunu, bunun üzerine adı geçen astsubayın bütün özel eşyalarını da karakolda
bırakarak firar edip İsviçreye gittiğini, orada MED-TV’ye beyanat verdiğini,
bunun da ülkemiz aleyhine olduğnu,
Ortaklar Karakolundan Hakkâri İl Jandarma Harekat Asayiş Müdürü Yarbay Adnan
KESKİN’le birlikte ayrılarak birlikte bir rapor yazdıklarını, yapılması lazım
gelen şeyleri yazdıklarını,
Buradan Hakkâri-Van-Yüksekova arasındaki üçgende yer alan ve önemli bir kontrol
noktası olan YENİKÖPRÜ Karakolu’na atandığını, Burada görev yaparken 06 plakalı
kırmızı bir Opel aracın geçerken askerlerin aramak istediğini, içinde bulunan
bir Başkomiserin aratmak istemediğini, kendisinin de onlarla münakaşa ettiğini,
aracın gitmek istediği yönden vazgeçerek Hakkâri’ye geri döndüğünü, bunun
üzerine kendisinin de 2 gün sonra İl Merkezine bağlı BAĞIŞLI Karakolu’na tayin
edildiğini, Bağışlı’ya varınca Karakol Komutanının odasında 2 kilo esrar
bulduğunu, burada 8 gün kaldığını, buradan Hakkâri’ye döndüğünü,
Hakkâri’de daha önce Uşak’ta birlikte çalıştığı için tanıdığı ve Tugay’da
çalışan, dürüst bir insan olan Yarbay Hami ÇAKIR’a gizlice telefon ettiğini ve
gördüğü yolsuzlukları anlatarak kendisini Yüksekova’ya aldırmasını istediğini,
Onun da Paşa’ya söyliyerek 4-5 gün içinde 20 Ekim’de (gerçekte 20 Eylül)
YÜKSEKOVA’ya tayinini çıkardığını,
Aynı gün Yüksekova’da göreve başlıyarak gözaltında bulunan 37 kişinin sorgusunu
yaptığını, bunlardan kırsaldan gelen silahlı militan Ferhat DURNA’nın ifadesinin
önemli olduğunu, Ertesi günü (21 Eylül) Anavatan İlçe Başkanı Tahir BASKIN’ın
gelerek yeğeni Necip BASKIN’ın kaçırıldığını söylediğini, olayla hemen ilgilenip
bunun fidye amaçlı olduğunu anladığında korucu ve itirafçılardan şüphelendiğini,
bunlardan Kahraman BİLGİÇ’i çağırıp da kaçırılırken Necip BASKIN’ın yanında
bulunan İlhami BASKIN’la yüzleştirilince renginin attığını, bunun üzerine
Kahraman BİLGİÇ’i hemen sorguya çektiğini, hiç bir işkence yapmadan, çay, sigara
ikram ederek adamın ifadesini aldığını,
Yüce KARADEMİR Olayı :
Önce üstünü başını boşalttığını, cüzdanından 1000 Irak Dinarının çıktığını,
defterinde “15 Ağustos 1996 tarihinden itibaren beni ara- Yüce KARADEMİR”
şeklinde bir not bulduğunu, Yüce KARADEMİR’in kim olduğunu sorduğunu, “Çukurca
Komanda Taburunda İkmal Astsubayı olduğunu” öğrendiğini, bir itirafçının ikmal
astsubayı ile ilişkisine anlam veremediği için Onunla ne ilişkisi olduğunu
sorduğunu,
Kahraman BİLGİÇ’in “kendisinin bu astsubayda 7 adet Lav silahı, Uzi ve bir-kaç
el bombasının olduğunu, kendisi ile Ankara’da banka soyacaklarını
planladıklarını, Yüce Astsubayın herşeyi ayarladığını, silahları, elbiseleri
Ankara’ya götürdüğünü, burada sözlüsünü ayarladığını, bir kaç gün sonra cep
telefonundan kendisini arayacağını, isterse şimdi de arayabileceğini”
anlattığını, önce bunlara inanamadığını, sonra bu ifadeleri tutanağa geçirerek
ve mesaj halinde üst makamlara gönderdiklerini,
Daha sonra bu kişinin Ankara’da tutuklanarak Hakkâri’ye getirildiğini, bunu Van
askeri savcılığına götürmek üzere kendisinin görevlendirildiğini, Yücel’i
07.10.1997 tarihinde alarak Van’a götürüp Askeri Savcılığa teslim ettiğini,
Yolda giderken 7 saat süre arabada kendisi ile konuştuğunu, “10.600 markı, 7
tane tapuyu nereden bulduğunu, bu silahların ne olduğunu sorduğunu”, O’nun da;
“Çeto isimli bir kaçakçıdan bahsettiğini, Kıdemli Binbaşı Cengiz YILDIRIM’a
(Halen Yarbay, Jan.Gn. Kom. Sınır Kaçakçılık Şb.Md.) 2 sıfır kaleş, bir M-16,
16’lı Baretta, 9 mm. verdiğini , bir kaleşi Bayram AKDOĞAN’a (Halen Albay, Niğde
Alay Komutanı), M-16’yı Hamdi POYRAZ’a verdiğini, bunu Kahraman BİLGİÇ’in de
doğruladığını, kendisi ikmal subayı olduğu için bunları verebildiğini, ayrıca
Ramazan ismindeki bir astsubaya 75 milyon karşılığı silah sattığını”
söylediğini, Ayrıca Yüce KARADEMİR’in özel eşyaları arasında 2 orijinal sıfır
kaleş, 5 tabanca, bir tane ucuna susturucu takılabilen UZİ marka suikast silahı
ve 2 çuval askeri malzemeyi ve 10.600 markı teslim aldığını ,
Necip BASKIN’ın Kaçırılması :
Daha sonra Necip BASKIN olayını net bir şekilde anlattığını, yüzleştermelerinin
yapıldığını, buna göre; Komiser Fatih (Fatih ÖZKAN ismindeki polis memuru),
Kahraman BİLGİÇ, Korucu Kadir (Abdülkerim ÖZCÜK) ve birkaç korucunun Korucubaşı
Mehmet Emin ERGEN’in evinde toplandıklarını ve bir düzen kurduklarını, önce A
Köyünde, B Köyünde koyunları kaçırıp Muş’ta satmayı ve parasını kırışmayı, bunun
için “PKK Kaçırdı” diye propaganda etmeyi planladıklarını, MHP İlçe Başkanı
Tahir’in de MENŞE’ ŞEHADETNAMESİNİ ayarlayacağını söylediğini, Aynı toplantıda
BASKIN’lardan birini kaçırmayı, PKK tarafından kaçırılmış süsü verilerek
alacakları fidyeyi paylaşmayı, sonra da teslim sırasında hem Necip BASKIN’ı hem
de para getirenleri öldürmeyi, sonra da “PKK ile çatışmada öldürüldüler” demeyi
planladıklarını, Komşu Köyden Korucubaşı M.Emin ERGEN’in istihbarat çalışması
yaptığını, (20 Eylül gecesi) Kahraman BİLGİÇ’in PKK militanı kılığında olmak
üzere, üç polis, üç korucu BASKIN’ların köyüne gittiklerini, Kahraman BİLGİÇ’in
Necip BASKIN’ın evine girdiğini, yüzünün açık olduğunu, elinde de bir M-16 marka
silah olduğunu (Örgüt mensuplarında genellikle kaleşnikof olduğunu), odada
Üniversite öğrencisi Necip BASKIN’la İlhami BASKIN’ın ve bir yaşlı kadınla bir
çocuğun yattığını, K.BİLGİÇ’in kendisini PKK örgüt üyesi olarak tanıttığını,
önceden hazırlanmış mühürlü imzalı 200 bin marklık bağış makbuzunu İlhami
BASKIN’a vererek Necip BASKIN’ı da yol gösterme bahanesi ile yanına alıp
çıktığını, Necip BASKIN’ı Komiser Fatih’in Mazda marka arabasına
bindirdiklerini, yolda gözlerini bağladıklarını, doğru Özel Harekat kapısından
Emniyete götürdüklerini ve mescide kapattıklarını, bu arada da İl Emniyet
Müdürü’ne telefon ederek “bir milis ele geçirdiklerini, muhtemelen PKK’nın
buluşması olduğunu, akşam bir operasyon yapacaklarını”, bunun üzerine Emniyet
Müdürünün yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sorduğunu, Fatih’in de “buna gerek
olmadığını, kuvvetlerinin yettiğini” söylediğini, böylece öldürme eylemine kılıf
hazırladıklarını, sonra da Necip BASKIN’ın verdiği numaraya telefon ederek
parayı istediklerini, telefona Tahir BASKIN’ın çıktığını, paranın çok olduğunu,
biraz müsade etmelerini istediğini, daha sonra da Jandarma Taburuna gidip Hami
Yarbay’a durumu anlattığını, Korucu ve polislerden şüphelendiğini de
söylediğini, bunun üzerine telefonun dinlemeye alındığını, buradan telefon
edilen yerin tesbit edildiğini, bu arada Kahraman BİLGİÇ’in tabura çağrıldığını,
bunun üzerine K.BİLGİÇ’in Komiser FATİH’e telefonla bilgi verdiğini, bunun
üzerine Fatih’in Necip BASKIN’ı ikindi vakti stadyum yakınına bıraktığını,
K.BİLGİÇ’in tekrar sorguya çekildiğini, herşeyi anlattığını, sonra da Necip
BASKIN ile yüzleştirildiğini ve Necip BİLGİÇ’in Kahraman’ı teşhis ettiğini, daha
sonra olay yerinde YER GÖSTERİMİ yaptıklarını ve bunu kasete aldıklarını,
Bundan sonra Polislerin ifadeden vazgeçsin diye Tahir BASKIN’ın bir akrabasının
evine 2 kilo esrar koydurduğunu, bunu koyan çocuğun da yakalandığını, ifadesini
kendisinin aldığını, çocuğun “kendisinin polisler tarafından ölümle tehdit
edildiğini” söylediğini,
Kurmay Albay Hamdi POYRAZ :
Kahraman BİLGİÇ’in bu sorgusunda, halen Genelkurmay’da İcra Tetkik Dairesi
Başkanı olan, o zaman Tugay’da Kurmay Albay Hamdi POYRAZ’dan bahsettiğini, Hamdi
POYRAZ’ın Kendisi (K.BİLGİÇ) ile Kemal ve İsmet ÖLMEZ ve sözde haber elemanı bir
Kuzey Irak’yı Çukurca ÇIĞLI’ya gönderdiğini, yolda arandıkları zaman rahat
geçmeleri için bir yazı verdiğini, Çığlı’da kendisinin askeriyede kaldığını,
Kuzey Iraklı’nın Irak’a geçtiğini, sonra içi silah dolu ağır bir çuvalla geri
geldiğini, bunu İsmet ÖLMEZ’le birlikte Tugay Karargahına Hamdi POYRAZ’ın
odasına götürdüklerini,
Piyade Binbaşı Mehmet Emin YURDAKUL :
Kahraman BİLGİÇ talimatları Albay Hamdi POYRAZ’dan aldığını, Binbaşı Mehmet Emin
YURDAKUL ile de görevlere gittiğini,
Özel Harekat Timi ile birlikte AŞAĞIKONAK köyünde operasyon yaparken kendisinin
( K.BİLGİÇ’in) kümesten 13 kilo eroin ile 4 adet silah çıkardığını, tabancaları
Tabur Komutanı Binbaşı Mehmet Emin YURDAKUL’a verdiğini, Binbaşının da bu
silahlardan birini Belediye Başkanı Ali İhsan ZEYDAN’a verdiğini, diğerlerini
bilmediğini, Eroinin 8 kilosunun Mehmet Emin YURDAKUL’un taburundaki bir
astsubaya verdiğini, Bu astsubayın İzmir’de yakalandığını, tifadesinde
Binbaşının ismini vermediğini, çünkü bunun için Mehmet Emin YURDAKUL’un
karısının adı geçen astsubayın karısına 480 veya 580 milyon lira gönderdiğini,
Mehmet Emin YURDAKUL’un kendisi (Kahraman BİLGİÇ) ile birlikte iki çobanla daha
sonra tanıklık yapmasın diye namaz kılarken babalarını öldürdüklerini, ayrıca
Esendere Yolu’nda iki gencin öldürülüp karlı bir zamanda atıldığını,
Abdullah CANAN ‘ın da Mehmet Emin YURDAKUL’un tabura aldırdığını, bir hafta
taburda sorguladığını, sonra da kendisinin tabura getirdiği ve üsteğmen diye
tanıttığı, ancak gerçekte üsteğmen olmayan iki tetikçiye öldürttüğünü, kendisine
(K.BİLGİÇ’e) de kimseye söyleme dediğini,
(Kahraman BİLGİÇ’in) Bu olayla ilgili olarak Abdullah CANAN’ın akrabası olan
Mehmet CANAN’la Yakup EDİŞ’in evinde (Abdullah CANAN’dan haber almak veya
kurtarmak için) pazarlık yaptıklarını 24 bin marka anlaştıklarını, Mehmet
CANAN’ın bunun 7 bin markını ev sahibi Yakup EDİŞ’e bıraktığını, bunu Kemal ve
İsmet ÖLMEZ’in kardeşi Burhan ÖLMEZ’e verdiğini, çünkü onlarla beraber olduğunu,
daha sonra bunlarla Otel Şenler’de görüştüğünü,
Bu Ölmezlerin ve Yakup EDİŞ’in 1984 yılında PKK’yı bölgeye sokan insanlar
olduğunu, ancak sonradan bundan zarar gördükleri için devlet yanlısı
olduklarını,
Kaçakçılık Olayları :
Kahraman BİLGİÇ, Hasan ÖZTUNÇ’un ZEYDAN’ın bir altı Korucubaşı olduğunu, devlet
yanlısı geçindiğini, Çolak Hasan lakabını taşıdığını, korucuların maaşını bile
vekaletle O’nun aldığını,
Bir de Kemal ÖLMEZ ve İsmet ÖLMEZ olduğunu, bu kişilerin daha önce fakir
olduklarını, Hkkariye giden otobüslerde muavinlik yaptıklarını, şimdi ise
altlarında birer CHAVROLET marka araba olduğunu, bunları Kurmay Albay Hamdi
POYRAZ’ın kendisine (K.BİLGİÇ’e) tanıttığını, Kemal ÖLMEZ’in Vahyettin ASLAN’ın
yazıhanesine gelerek tehdit ettiğini, ancak O’ndan para alamadıklarını,
Refah Partisi İlçe Başkanı Fakin MENGEÇ’in (askeriyeye malzeme veren bir
esnafmış) de “tehdit edildiğini, şikayet dilekçesi verdiğini, ancak dilekçenin
Emniyete gelip takıldığını, o zana işin içinde polisin de olduğunu anladığını,
korkusundan takip edemediğini” kendisine (Hüseyin OĞUZ’a) anlattığını,
Hüseyin OĞUZ, Astsubay Aydın, Teğmen Yalçın KARAKURT ve Atilla Astsubayla
birlikte bu işlerin üzerine korkusuzca gitmek için silah üzerine yemin
ettiklerini, bundan sonra şikayeti olanların dilekçe vermeleri için Fakin
MENGEÇ’e haber gönderdiğini,
Daha sonra taburda Hamdi ÇAKIR Yarbay ve Ersan ALKAN Albayla birlikte halka
güven vermek, “olayların üzerine gidiyoruz” imajını vermek ve halkı devletin
yanına çekmek için bir halk toplantısı yapmaya karar verdiklerini, aşiret ileri
gelenlerini çağırdıklarını, hepsinin geldiğini, yalnızca Belediye Başkanının
gelmediğini, kolonya, çikolota alarak vatandaşa ikram ettiklerini, orada bir
vatandaşın “Abdullah CANAN olayı da çözülecek mi?” diye sorduğunu, Abdullah
CANAN’ın oğlu Vahap CANAN’ın da Mehmet BALKIZ Yüzbaşıya gittiğini, yakasına
yapıştığını, “Babamın katilleri sizsiniz” dediğini, bunun üzerine kendisini
dövdüklerini, Çünkü babasını çağırtıp tabura gönderenin Mehmet BALKIZ Yüzbaşı
olduğunu söylediğini, bunun üzerine bu çocuğu kenara çekip özel telefonunu
verdiğini ve kendisini aramasını istediğini,
Kahraman BİLGİÇ’in ifadelerini mesaj halinde Alaya, Tugaya, Genel Komutanlığa
çekildiğini, Alaydan Yalçın Teğmen’e telefon açılarak kendisi (Hüseyin OĞUZ)
için “Ulan sen Silahlı Kuvvetlerini hedef aldın.”şeklinde tepki gösterdiklerini,
Bunun üzerine Albay Hasan, Yarbay Hami ÇAKIR, kendisi (H.OĞUZ), Aydın Başçavuş,
Yalçın Teğmen’in toplandıklarını, Hami Yarbay’ın “Dürüstçe mücadele ediyoruz,
yanlış birşey olmasın” dediğini, olaya siyaset karıştırılmaması gerektiğini
konuştuklarını,
Yalçın Teğmen’in “Abi bunlar bizi infaz edecekler, bunları not üşeceğim,
yazacağım, kasete alacağım” dediğini, kendisinin de “Ben sonuna kadar mücadele
edeceğini, kendisini desteklemelerini “ istediğini, kendisinin de Atilla
Astsubaya “yer gösterimi ve ifade sırasında alınan kasetleri çoğalt” dediğini,
ifadeleri de 6 nüsha yazdığını, birini özel olarak saklaması için Atilla
Astsubaya verdiğini, O’nun da özel valizine sakladığını, toplantıda 5 suret
ifade yazdıklarını söylediğini, Ersan ALKAN Albayın “Bu ifade tutanaklarını yok
edeceksiniz” dediğini, “Neden” diye sorması üzerine Albay’ın “Bu Tugay
Komutanına, Genelkurmaya’a, bir yere sıçrıyor” dediğini,
Kahraman BİLGİÇ’in ifadesini kendisinin aldığını, ancak orada geçici görevli
olduğu için imza atmadığını, bu tutanakların PBİK (Personel Bilgi İşlem) Kod
numarası yazılarak imzalandığını, bu ifadelerdeki imzaların Teğmen Yalçın
KARAKURT ile Astsubay Aydın’a ait olduğunu, Aydın’ın soyadını hatırlamadığını,
bu sorgunun Atlla ATEŞ astsubay tarafından kamera ile çekilerek banta da
alındığını,
Yüksekovaya gidişinin 8. günü görevinin bittiğini söylediklerini, İl Jandarma
Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA’nın kendisini istediğini ve çok acele gelmesini
istediğini, orada yol güvenliğinin olmadığını, yolda infazdan korktuğunu, tedbir
alarak YENİKÖPRÜ’ye geldiğini, buradan tanıdığı Erdal Astsubay’ın kendisini BRT
denilen araçla Hakkâri’ye ilettiğini, burada çok kötü karşılandığını, telefonla
görüşmesi, çarşıya çıkmasının yasaklandığını, bunun üzerine 4 Kasım’da (4 Ekim
olmalı) Atilla Astsubay adına misafirhaneye bağlattıkları özel telefondan eşini
aradığını, olayları anlattığını,
7.10.1996 tarihinde de tututklanmış olan Yüce Astsubayı Van’a Askeri mahkemeye
götürmek üzere görevlendirildiğini, Van’da Abdullah CANAN’ın akrabası olan Eski
Hakkâri Milletvekili Esat CANAN’ın telefonunu bularak kendisi ile 2 saat
konuştuğunu, bildiği herşeyi anlattığını, kendisini kurtarmasını istediğini,
O’nun da bunu basına anlattığını,
10 Ekim’de Hakkâri’ye dönünce basına demeç vermişsin diye kendisini sorguya
çektiklerini, kendisinin de halen Malatya’da görevli İsmail adındaki helikopter
pilotu üsteğmenden kendisini kaçırmasını istediğini, ayın 16’sında Tugay’da
buluşmak üzere anlaştıklarını,
Bu arada Mahmut IŞIK adındaki milletvekilini özel telefonla aradığını, olayları
anlattığını, “Askerlik hayatı beni buradan çıkarmaz, infaz ederler. Kaset varsa
konuşmayı al” dediğini, O’nun tavsiyesi üzerine ATV’den Suat isminde birinin
kendisini aradığını, O’na da herşeyi anlattığını, eğer infaz ederlerse
yayınlanmak üzere anlaştıklarını, medya’da resmim çıkarsa belki kurtulurum diye
düşündüğünü,
Ayın 16’sında sivil bir taksi ile İsmail Üsteğmenle buluşmak üzere Tugaya
gittiğini, ancak alaydan oraya gittiğini öğrendikleri için acele alaya
çağırdıklarını “Jandarma Genel Komutanının kendisini istediğini” söylediklerini,
Mahmut IŞIK’ın İçişleri ve Savunma Bakanını arayarak durumu anlattığını, bunun
üzeri Genel Komutanlıktan çağrıldığını, ancak yine de infazdan şüphelendiği için
Ali KARDEŞ ismindeki İzmir’li bir askere evnin telefonumu vererek, babasına
açmasını ve kendi durumunu anlatmasını istediğini,
Ayın 17’sinde bir daha dönmemek niyetiyle valizini alarak Hakkâri’den
ayrıldığını ve Ankara’ya geldiğini, Komutanlığa GİTMEDEN önce Mahmut IŞIK’ı
bulduğunu ve konuştuğunu, ATV’den Suat’la Onun evinde buluşarak görüntü
verdiğini, sonra Jandarma Genel Komutanlığına gittiğini, burada bir gün 12 sayfa
ifade verdiğini, anlattıklarına inanmadıklarını, kaçırılan adamın PKK’lı
olduğunu söylediklerini, kendisine 20 Ekim’de Komutan’la görüşeceğini
söyledikleri halde 20 gün Ankara’da kaldığını, fakat Genel Komutanla
görüşemediğini, ifadesinde askeri personeli ve Jandarmayı da yazdığı için
görüşmek istememiş olabileceğini, sonra tayinini istediğini,
10 Kasım’da Elazığ’a tayininin çıktığını, mehil müddetini kullanarak Elazığ’a
gittiğini, burada pek hoş karşılanmadığını, bir İlçe Jandarma Bölük
Komutanlığı’na Harekat subaylığı gibi bir göreve verdiklerini, orada bir ay
kaldığını, telefon irtibatı falan olmayan bu yere kendisini susturmak için
verdiklerin, bonra 30 Kasım’da Diyarbakır’a gidip Devlet Güvenlik Mahkemesin’de
9 saat 16 sayfa ifade verdiğini, çünkü adliyeye, hukuka güvendiğini,
Hakkâri’deki menfaat şebekesine karşı Vali’nin hiçbir etkinliğinin olmadığını,
kendisinin de uluşamadığını, adli sistemin de orada birşey yapmasının mümkün
olmadığını,
Otluca Köyü Olayı :
Yüksekova Tugayı’nın çevresinde tel örgü kıyısında koruma amaçlı pusu
atıldığını, bu pusu timinin gece saat 24.20-24.30’da pusuya düşürülerek 2
astusbay, 4 erin şehit edildiğini, telsiz konuşmalarını dinlediğini, şehit olan
astsubayların pusuya düşünce ısrarla yardım istediğini, ancak birlik yok
bahanesiyle yardıma gidilmediğini, ancak 2 gün sonra bölgede operasyonlara
başlandığını, Tugay’a 1-2 km. yakınında bulunan OTLUCA Köyünden başta muhtar
olmak üzere 5 yaşında çocuk dahil birçok insanın tugaya götürüldüğünü, bunlardan
5 tanesinin eline illegal 5 kaleş verilerek mahkemeye verildiğini, bununla
ilgili arama tutanağı tutması için Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA, Yalçın
YALINCAK astsubaya emir verdiğini, ancak bu astsubay kabul etmediği için başka
bir üstçavuşa tutturduğunu, ancak savcılık bunlara inanmadığı için takipsizlik
verdiğini,
Bu arada Otluca Köyünün tamamen boşaltıldığını, köyden 2-4 bin civarında koyunun
tugaya getirilerek kesildiğini, bu olaydan sonra bu köyden 24 kişinin kırsala
çıkarak örgüte katıldığını, bu hareketle örgütün gücüne güç katılmış olduğunu,
Yücel ZEYDAN ( PKK Yüksekova Dağlıca Tabur Komutanı - Rüstem Kod adlı)
Yücel ZEYDAN’ın Hakkâri Milletvekili Mustafa ZEYDAN’ın oğlu olduğunu, İran’da
annesinin yanına sık sık gittiğini, (Mustafa ZEYDAN’ın bir karısının da İran’da
olduğunu), telefonla babası ile de görüştüğünü, Mustafa ZEYDAN’ın bir oğlunun da
Sağlık Bakanlığı’nda üst düzeyde görevli olduğunu,
Yücel ZEYDAN’ın amca çocuklarının da korucu olduğunu, Yücelle sık sık
görüştüklerini, bu nedenle de Hakkâri Bölgesinde PKK’nın eylem yapmadığını,
Hakkâri’de bütün önemli ihaleleri Mustafa ZEYDAN’ın akrabalarının aldığını,
sonunda PKK’ya da devlet parasının gittiğini, son olarak 100 milyonluk Yatılı
Bölge Okulu ihalesini yine Mustafa ZEYDAN’ın yakın akrabalarının aldığını,
Mustafa ZEYDAN, istediği adamı korucu yaptırdığını, Vali’ye telefon ettiği zaman
almamazlık yapamıyacağını,
Yüksekova’lı Mehmet oğlu Bayram AKSU adında bir vatandaşın bulunduğunu, bunun
gönüllü istihbaratçılık yaptığını, halen Van’da olduğunu, bunun gerek Yeşille
gerekse diğer faili mechullerle ilgili herşeyi bildiğini,
Aşiret Yapısı :
Hakkâri’de irili ufaklı 23 aşiret bulunduğunu, Yüksekova’da da 3 büyük aşiret
olduğunu, Bunların Piyaniş , Doski ve Jirki aşiretleri olduğunu, Bunlardan JİRKİ
aşiretinin 200 elemanı ile çok ciddi ve samimi bir mücadele verdiğini,
PİYANİŞ Aşiretinin (Mustafa ZEYDAN’ın aşireti) 9 bin korucusu olduğunu, ancak
bunların Yücel ZEYDAN nedeniyle PKK ile ciddi bir mücadelesinin olmadığını,
Fakin MENGİÇ (RP ilçe başkanı) ‘nin yanında bir kuyumcu olduğunu, bu kuyumcudan
altın alma olayı olduğunu, suçluların Piyaniş aşiretinden olduğunu, işin içinde
bir de asteğmenin olduğunu, bu asteğmenin mağduru sanık olarak mahkemeye
çıkardığını, sonra aşiretler arasında husumet omlmaması için aşiret ileri
gelenlerinin araya girerek barıştırdıklarını,
Korucu Sistemi :
Koruculuk Sisteminde korucubaşı, onun altında tim veya takım komutanı, onun
altında da elemanlar olduğu, Her timin 20 kişiden oluştuğu, tim komutanının
elemanların vekaletini, korucubaşının da tim komutanlarından özlük haklarına
ilişkin vekalet aldığını, korucubaşının kendine bağlı olanların maaşlarını
aldığını, asıl mücadeleyi yürütenlere bir çuval un, şeker, çay vs. verilerek
işin götürüldüğünü, korucubaşıları ve tim komutanlarının göreve falan
gitmediklerini, bunlar şehirde bazı hatırı sayılır kişilerin korunmasında görev
almış göründüklerini, şehirde ikamet edip devletten maaş aldıklarını, altlarında
yepyeni Toyoto arabalar olduğunu, kısaca iyi menfaat sağladıklarını,
Koruculuk Sisteminin doğuda Silahlı Kuvvetlerin ve Emniyet Teşkilatının bütün
etkinliğini bitirdiğini, daha üstün silahlarının olduğunu, ayrıca alt yapısı
halk olduğu için daha etkili olduğunu, garip vatandaşın hakkını aramasının
mümkün olmadığını, ne Vali’ye ne komutana, ne de korucubaşına ulaşamadığını,
adalet sisteminin de doğru çalışmadığını,
Güvenlik güçlerinden bir kısmının da oradaki menfaat işlerine bulaştığını, orada
herkesin derdinin iyi model bir araba, bir ev, bir yazlık alıp dönmek olduğunu,
dönerken de yanında illegal yollardan edinilmiş silahlar alıp götürdüklerini,
JİTEM ( Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele )
Bunun kanunen mevcut ve örgütlenme şeması içinde bir birim olmadığını, ancak
Jandarma’da resmen İstihbarat birimlerinin bulunduğunu, ancak bu birimlerin
terörle fiilen mücadele görevlerinin olmadığını, görevlerinin sadece istihbarat
olduğunu,
JİTEM’in ise Cem ERSEVER tarafından fiilen kurulduğunu, Diyarbakır, Elazığı,
Mardin, Hakkâri gibi bazı hassas illerde gayriresmi olarak örgütlendiğini, her
ilde bulunmadığını, ama JİTEM elemanlarının Jandarma Genel Komutanlığı
İstihbarat Başkanlığına bağlı olarak çalıştıklarını, genellikle kod adı
kullandıkları, kendisinin Jitem elemanı olmadığını, sadece Jandarma İstihbarat
şubelerinde sorgu amiri olarak görev yaptığını,
İstihbarat birimlerinin terörle mücadele yaparken menfaat mücadelesi
yaptıklarını, mesela Cem ERSEVER’in yanında çalışan ismini hatırlamadığı bir
astsubayın adli emanetteki 2-3 bin silahı alarak güneydoğuda koruculara
sattığını, bu kişinin yakalandığını ve yargılandığını,
Cem ERSEVER’in asıl amacının menfaat temini olduğunu, JİTEM adının da birtakım
kirli işlerde daha çok işe yaradığını, çünkü terörle mücadele görevi olunca
gözaltı süresinin daha uzun olduğunu, sonradan JİTEM‘in lağvedildiğini, Cem
ERSEVER’in de mecburen emekli olduğunu, kendisini Jandarmanın diğer
elemanlarının temizlediği iddiasının yanlış olduğunu, kendisinin çok uyanık
birisi olduğunu, kolay tuzağa düşmeyeceğini, ancak Mahkemeye gelirken alarak
kaçırdıklarını, sorguladıklarını ve şırınga sorgusu sonucu öldürdüklerini,
otopsi raporunu okuyan arkadaşlarından öğrendiğini, bu şırıga sorgusunu herkesin
bilmediğini,
Cem ERSEVER’i Habur Gümrük Müdürünün Kemal ismindeki oğlunun (veya şoförünün )
öldürdüğünü, bunu içerde yapılan konuşmalardan bildiğini, şu anda bunu bilenler
asker oldukları için konuşamak istemediklerini, ancak not tuttuklarını, ileride
çıkıp konuşacaklarını,
Cem ERSEVER’in karısının suriyeli olduğunu, bu yolla Suriye istihbarat servisi
ile irtibat kurduğunu, bu servise bilgi sızdırdığını, bu nedenle de Jandarma
Genel Komutanlığı tarafından dışlandığını, bu nedenle de öldürüldüğünü, Yeşil’in
de kendisi ile irtibatı dolayısiyle Suriye ile bağlantısı olduğunu,
Uyuşturucu Kaçakçılığı :
Uyuşturucu’da Van’ın bir merkez olduğunu, Van’dan her tarafa uyuşturucu
sevkiyatının yapılabildiğini, Pazarlamasının da İstanbul’da yapıldığını, Van’da
bir kadının uyuşturucu’nun THC (Tetro Hidro Karnobilen) yani kalite kontrolünü
yaptığını,
Bir başka kanalın yani Suriye hattının Mardin-Habur Hattının olduğunu, buradaki
sevkiyatının GKK (Geçici Köy Korucuları) vasıtasıyla, onların gümrüklerdeki
akrabaları kanalıyla geçiş sağlandığını,
Daha sonra bu konuda zaafı olan, çok para kazanma hırsı olan güvenlik gücü
mensuplarının devreye girdiğini, bunların bazan kendi arabaları ile uyuşturu
naklini sağladıklarını, bunların arabalarının aranmadığını, özellikle PKK
istihbaratı için Suriyeye gidip gelenlerin bu arada bu işi de ayarladıklarını,
bir menfaat şebekesi oluşturduklarını,
Bu olayları bilen namuslu insanların az olduğunu, ancak atılma veya öldürülme
korkusundan konuşamıyacaklarını,
Bu menfaat şebekesinin TBMM’ne kadar uzandığını, mesela Mustafa ZEYDAN’ın bu
işin içinde olduğunu,
Sedat BUCAK’ın Urfa’da devletten daha güçlü olduğunu, uyuşturucu trafiğinden de
menfaat aldığını,
Uğur Mumcu Cinayeti :
Uğur Mumcu’nun C-4 plastik patlayıcısı ile öldürüldüğünü, bunun iz
bırakmadığını, Malatya’da Tekin COŞKUN denilen kişinin evinde C-4 bulundduğunu,
bu kişinin poliste gözaltına alındığını, kendisini Uğur TONİK adında İstanbul’da
oturan yaşlı bir adamın kurtardığını, bu adamla da Tekin COŞKUN’la birlikte
Büyük Otel’de görüştüğünü, Tekin COŞKUN’un Uğur MUMCU’nun aleyhine konuştuğunu,
O’nun öldürtmüş olabileceğini,
Tekin COŞKUN’un Alattin ÇAKICI’nın çok yakın arkadaşı olduğunu, çek-senet işiyle
uğraştığını, bu nedenle başka şehirlerde de adamının olabileceğini, kendisinin
evine giderek görüştüğünü, 361 30 45 çağrı ve 0542 231 02 90 numaralı cep
telefonu bulunduğu, bu kişinin Abdullah ÇATLI’yı da tanıdığını,
Eşref BİTLİS Olayı :
Eşref BİTLİS’in kesinlikle suikaste kurban gittiğini, C-4 bombası ile
öldürüldüğünü, C-4’ün uçağa pilot elbisesi içinde sokulduğunu, Bursa’lı nöbetçi
bir askerin bunu gördüğünü, Jandarma içinde de Eşref Paşa’nın suikastle
öldürüldüğüne kanatinde olan pek çok insan olduğunu, ancak ortaya çıkarılmasının
istenmediğini,
Malatya’da Turan Abi gibi akrabalarının bulunduğunu, kendisinin onlarla da
sürekli görüştüğünü,
Bahtiyar AYDIN Olayı :
Bahtiyar AYDIN’ı bir PKK itirafçisının öldürdüğünü, sebebinin de Silahlı
Kuvvetlerde bir kesimin şiddettten yana olduğunu, bir kesimin de şiddete,
öldürmeye karşı olan, halkı kazanalım dediğini, Bahtiyar AYDIN’ın terörle
mücadelede şiddete karşı olan bir insan olduğunu, bu nedenle öldürüldüğünü,
Hulusi SAYIN - İsmail SELEN Cinayetleri :
Bunlardan birisinin sağcı, birisinin solcu olduğunu, bir zamanlar Jandarma’da
SELENCİLER, SAYINCILAR olduğunu, ideolojik olarak ikiye bölündüğünü, birinin
katilinin bir astsubay olduğunu, birisinin diğerine karşı misilleme olarak
öldürüldüğünü, yani konunun tamamen ideolojik olduğunu, uyuşturucu falan
olmadığını, bunlarda polisin herhangi bir katkısının olmadığını,
Hakkâri Emniyet Müdürü :
Şahsen tanımadığını, ancak Mahmut YAŞAR ve Cevat DEMİR adındaki uyuşturucu
kaçakçılarının Polis tarafından istihbaratçı olarak kullanıldığını, bundan
Emniyet Müdürünün mutlaka haberdar olduğunu, aranan bir şahsın güvenlik
güçlerince kullanılmasının yasal olmadığını, bunu doğru bulmadığını,
Operasyon ve İnfaz Timleri :
Operasyon Timlerinin bir Yüzbaşının sorumluluğunda mutlaka rütbeli teğmen,
üsteğmen, astsubay veya uzman çavuşlardan, yani gençlerden oluştuğunu,
Yüzbaşıdan daha yüksek rütbede kimsenin operasyona katılmadığını, dikkat
edilirse şehit olanların hep er, astsubay ve uzman çavuşlardan olduğunu,
bunların vatansever, kahraman ve dürüst insanlar olduğunu, operasyon yapılacak
yeryerin önceden planlanarak operasyon yapıldığını,
İnfaz timlerinin ise üç kişiden oluştuğunu, çoğunlukla silahsız, korumasız
insanlara yönelik olduğunu, bu insanların evlerinden alınarak infaz edilip bir
dereye atıldığını,
Öldürülen İtirafçılar :
Üzümlü Karakolu Baskınından sonra teslim olan biri Suriyeli, diğeri Mardin’li 2
kızın Tugaya getirildiğini, sonra kaybolduklarını, yani infaz edildiğini,
halbuki Tugayın gözaltına alma yetkisinin olmadığını,
Bu itirafçıları kazanmak gerektiğini belirtmiştir. (Ek:225)
53- DİLEK ÖRNEK’ İN 02.031997 Tarihli İfadesinde; 1974 yılında
Hollanda’da doğduğunu, 22 yıldan beri ailesiyle birlikte Hollanda’da oturduğunu,
Ortaokulu, yüksekokulu orada okuduğunu, ailesinin halen Hollanda’da oturduğunu,
annesinin ev hanımı, babasının Lastik Fabrikasından emekli işçi olduğunu, her
ikisinin de sağ olduğunu, bir ablasının iki küçük erkek kardeşinin olduğunu,
1995 yılına kadar 2 yıl Mc Donald’da çalıştığını, sonra ayrıldığını,
Daha önce Hollanda’da olan Teyzesinin 2 yıldan beri Ispanya’da oturduğunu, orada
Teyzesinin kocası olan eniştesinin lokantacılık yaptığını, ayrıca ticaretle
uğraştığını,
1,5 yıldan beri eniştesi Ercan DOĞAN’a kuryelik yaptığını, bu işe teyzesinin
isteği üzerine başladığını, eniştesinin kendisine para vererek İstanbul’a
gönderdiğini, ilk seferinde teyzesi ile birlikte İstanbul’a geldiğini,
teyzesinin orada kendisini Mehmet ve Latif’le tanıştırdığını, daha sonra devamlı
kendisinin yalnız geldiğini, kendisine teslim edilen PESETA (İspanyol parası )
cinsinden paketler halindeki parayı, Havaalanında kendisini karşılayan Mehmet ve
Lütfi’ye arabalarının içinde teslim ettiğini, sonra Havaalanına yakın Çınar
oteline gittiğini, hiç dışarı çıkmadan otelde bir gece kaldıktan sonra Swisair
veya İberia uçaklarıyla Hollanda’ya döndüğünü, her türlü otel ve yolculuk
masraflarını kendisine verilen paradan kendisinin karşıladığını,
Bu paranın ne parası olduğunu kesinlikle bilmediğini, sormadığını, saymadığını,
yalnızca parayı verip kendi parasını (her seferinde 4-5 bin mark) aldığını,
kendisine teslim edilirken de paranın sayılmadığını, belgesiz teslim edildiğini,
Eniştesinin “İstanbul’a gidince seni karşılayacaklar, ayrıca havaalanında
kolaylık gösterecekler” dediğini, herhangi bir sıkıntı ile karşılaşırsa
“Mehmetlerin misafiriyim” demesini tenbih ettiğini, parayı normal bir valizde
getirdiğini, valizi bagaja verdiğini, çıkarken aldığını, hiç arama
yapılmadığını, bir defasında aramak istediklerini, ancak orada birisinin
geldiğini, “Tamam bu geçebilir” dediğini, bu yardımın bir ayarlama sonucu
bilerek yapılıp yapılmadığını bilmediğini,
Türkiyeye 10-15 defa bu şekilde para getirdiğini, bunun dışında da tatil için
memleketi İskenderun’a gitmek üzere İstanbul’dan Adana’ya uçakla gittiğini, bu
giriş çıkışları da sayarak 52 defa giriş çıkış yaptığını iddia ettiklerini,
polisteki ifadesinde işkence ile tamamının para getirmek için olduğunu kabul
etmek zorunda kaldığını, gerçekte bu iş için yalnızca 10-15 defa giriş
yaptığını, kendisinin Hollanda vatandaşı olduğunu, Türkiyeye Hollanda
Pasaportuyla giriş yaptığını, bazan da Türk Pasaportuyla giriş yaptığını, kendi
adına tek pasaportu olduğunu,
Kendisinden başka Parsel ve Simon’un da kuryelik yaptığını, beraber gelip
gitmediklerini, onların da parayı Mehmet ile Latif’e verdiklerini sandığını,
parayı verdiği Mehmet (ALAKENT) ve Latif’in halen firarda olduklarını,
Anne ve babasının bu işi yaptığını bilmediğini, İspanya’ya giderken Teyzemlere
gidiyorum diye gittiğini, masraflarını teyzelerinin karşıladığını söylediğini,
kazandığı paraları ise harcadığını, anne ve babasının yakalanınca bu işi
yaptığını öğrendiğini, ablasının ve kardeşlerinin kesinlikle bu işi
yapmadıklarını,
Garo’yu Hollanda’dan tanıdığını, kendisinin Kuyumculuk yaptığını, sık sık da
İspanya’da eniştesinin evinde karşılaştıklarını,
Lokman’ı şahsen tanımadığını, Teyzelerinden Azer Döviz’in sahibi olarak adını
çok duyduğunu, Feramez’in, Yusuf’un Lokman’ın ortakları olduğunu eniştesinden
duyduğunu, ( bu İranlı Yusuf’un halen tutuklu olduğunu), Musavvat diye birini
tanımadığını,
Ayhan AKÇA’yı tanımadığını, ancak Narkotik’te kendisini gösterdiklerini,
tanımadığını söylediğini, adını daha sonra mahkemede öğrendiğini, 34 B 2034
plakalı BMW arabayı da daha önce hiç görmediğini, yakalanınca narkotikte
gördüğünü, Bundan 2,5 ay önce yakalandığını ve o tarihten beri Bayrampaşa
cezaevinde olduğunu, kendisinden bir hafta sonra eniştesinin de Antalya’da
tutuklanarak aynı cezaevine getirildiğini, cezaevindeki ihtiyaçlarının eniştesi
tarafından karşılandığını, haftada bir dilekçe vererek eniştesi ile “eş görüşü”
yaptıklarını, bu arada eniştesinin ihtiyacı olan parayı verdiğini,
Eniştesi Ercan DOĞAN’ın 43 yaşında olduğunu, Tüarkiye’de herhangi bir siyasi
partiyle ve ülkü ocaklarıyla ilişkisinin olmadığını, bunu kesinlikle bildiğini,
Gardiyan Nebile ile Bayrampaşa cezaevinde tanıştığını, arkadaş olduklarını,
çıkınca aramak için telefon numarasını aldığını, daha sonra kendilerinin
Bakırköy Cezaevine nakledildiklerini ifade etmiştir.(Ek:226)
54- Hurşit HAN 02 Mart 1997 tarihli ifadesinde; 1955 Hakkâri-Yüksekova
doğumlu, tahsilsiz olduğu, 10 kardeş olduklarını, Yüksekova’da şirketi,
İstanbul’da Kapalıçarşı’da döviz bürosu bulunduğu, ancak Balkan Döviz bürosunu
sattığını, bir şirketi olduğunu, memlekette iken koyunculuk yaptıklarını, 2
köyleri bulunduğunu, kendilerinin besleyip sattıklarını, maddi durumlarının iyi
olduğunu,
Körfez Krizi zamanında, Vali ve Kaymakam’ın Kuzey Irak’tan kaçanlar için para
topladığını, kendisinin de Barzani’ye gönderilmek üzere adamları vasıtasıyla
Belediye Başkanı’na 1 milyar lira verdirdiğini, bizzat Vali’ye veya Kaymakam’a
vermediğini, Bunun Celal KORKMAZ tarafından yazılan Kurt Kapanı adlı kitapta yer
aldığını, çünkü bu yazarın bu paranın verilişine şahit olduğunu,
14 Temmuz 1994 tarihinde güneydoğuda şehit olan asker ve polis eş ve çocukları
için Ahmet YEŞİL ismindeki birinin telefonu üzerine Ahmet DEMİR adına 250 milyon
lira yatırttığını, şahsen ne Yeşil’i, ne de Ahmet DEMİR’i tanımadığını, ancak
Yeşil’in adını çok duyduğunu,
Kendisi hakkındaki iddianın 750 kilo esrarla ilgili olduğu, önce oğlunun
tutuklandığı, 2 gün sonra da kendisinin evden alındığını, ancak bu miktar bir
esrarı yakalatan adamın kendisinin evde oturup tutuklanmayı beklemiyeceğini,
kaçması gerektiğini, bunun bir tezgah olduğunu, sebebinin de ; Yeşil’in telefon
ederek kendisinden para istediğini, sonra da eve 2 adet mektup bırakıldığını,
“Çocuklarını alırız” dendiğini, “Akibetin Savaş, Hacı, Mecit gibi olur”
dendiğini, vermeyince 750 kilo esrarı üzerlerine attıklarını, kendisi
yakalandıktan sonra da aynı şahıs, ihbar eden şahıs eve 2 mektup daha attığını,
önce malın yakalandığını, sonra kendisinin alındığını, işin içinde polis
olduğunu, yani mektubu atanın polisle beraber çalıştığını, asıl sebebin ;
kendisinin doğulu, yani kürt oluşu olduğunu, 6 aydır tutuklu olduğunu,
ağabeyinin de kendisi ile beraber yargılandığını,
Daha önce de akrabalarının, arkadaşlarının aynı nedenle öldürüldüğünü, Örnek
olarak;
Altındağ Nüfus Müdürü olan Kayınbiraderi ve dayısının oğlu olan Mecit BASKIN’ın
sırf kürt olduğu için 1994 yılında 3 kurşunla öldürüldüğünü, diğer kayınbiraderi
Necip BASKIN’ın Yüksekova’da polis tarafından kaçırıldığını, öldürülmekten
kılpayı kurtulduğunu,
Dayısı oğlu Savaş BULDAN’ın 1993 yılında evden polis tarafından alındığını,
içinde tarife göre Korkut EKEN’in bulunduğu Mercedes 300 bir arabaya
bindirilerek Çınar Oteline götürüldüğünü ve işkenceyle öldürüldüğünü, sonra da
Bolu Yığılca’ya atıldığını, O’ndan para istemediklerini, o zaman para
meselesinin olmadığını, para işinin 1995’de çıktığını,
Yine dayısı Hacı PARAY’ın da aynı şekilde öldürüldüğünü,
Sağlık Bakanlığı Müfettişi hemşehrisi Namık ERDOĞAN’ı da Ankara’da alınıp
götürüldüğünü,
Aynı aşiretten Abdullah CANAN’ın da Mehmet Emin YURDAKUL adındaki subay
tarafından alınarak öldürüldüğünü,
Ayrıca Arkadaşı ve akrabası olan İran’lı Lazım İSMAİL’i aldıkları zaman
kardeşini bırakacağız diye diğer kardeşinden 300 bin mark, 60 bin dolar
aldıklarını, 13 gün sonra da 2 kişinin cenazesini getirdiğini,
Yine arkadaşı Adnan YILDIRIM’ın aynen Savaş BULDAN gibi Korkut EKEN tarafından
alındığını ve öldürüldüğünü,
Bu olayları birçok insanın bildiğini, ancak korkularından söyleyemediklerini,
mesela; İstanbul’da ŞARKIT Otelinin sahibi Cumhur YARKIZ’ın çoğunu bildiğini,
‘ndan da para istendiğini, kendisinin bulunarak bilgisine başvurulması
gerektiğini,
1994’de aynı şekilde şehit ailelerine diye Ahmet YILDIZ adına 250 milyon lira
gönderen Ağa YILDIZ’ı tanımadı
Sayfa Başına Dön
Susurluk olayı | Susurluk Raporu (Kutlu Savaş) |
Susurluk Rap.(TBMM)
| Susurluk Rap.(Sönmez
Köksal)
|